05 / 05 / 2024

Batılılaşan İstanbul'un Rum Mimarları sergisi açıldı!

Batılılaşan İstanbul'un Rum Mimarları sergisi açıldı!

19. ve 20. yüzyılın başında İstanbul'un çok kültürlü yapısına ve modern yapılaşma tarihine önemli katkılarda bulunan ama bugün adları unutulmuş Rum mimarların yaşam öykülerinin ve eserleri, Batılılaşan İstanb



Önceki gün kapılarını açan sergi, İstanbul'un pek bilinmeyen yüzünü gün ışığına çıkarıyor. Bugün hâlâ Sultanhamam-Eminönü-Karaköy- Beyoğlu-Tarlabaşı-Sıraserviler-Pangaltı-Adalar- Boğaziçi-Kadıköy çevresinde bütün görkemiyle ayakta duran ve bu bölgelerin mimari karakterinin oluşmasını sağlayan iş hanlarının, apartmanların, okulların ve kiliselerin mimarlarının toplum tarafından tanınmıyor olduğu fikrinden yola çıkan sergi, alanında bir ilk. Sergide, İstanbul'da eserleriyle yaşayan mimarlar arasında, 'mimar-ı saray-ı humayun' (saray mimarı) unvanını taşıyan ve 1880 yılında Taksim'deki Aya Triada Kilisesi'ni yapan Vasilaki Bey İoannidis ve oğlu 'sermimar-ı hazret-i şehriyari' (padişahın başmimarı) unvanlı Yanko Bey İoannidis gibi önemli ve üst mevkilere kadar yükselmiş mimarların yanı sıra 1895 yılında inşa edilen Heybeliada Ruhban Okulu'nun mimarı Perikles Fotiadis, 1881 yılında inşa edilen Özel Fener Rum Lisesi'nin mimarı Kostantinos Dimadis ve bugün Pera Müzesi olarak bilinen Bristol Oteli'nin mimarı olan A. Manoussos yer alıyor.

İKİ MEKÂNDA YER ALACAK
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Kentsel Projeler Direktörlüğü'nün desteği ve Zoğrafyon Lisesi Mezunlar Derneği tarafından hayata geçirilen Batılılaşan İstanbul'un Rum Mimarları sergisi, 23 Kasım - 3 Aralık arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Osman Hamdi Bey Salonu'nda görülebilir. Sergi, 17 Aralık 2010 -16 Ocak 2011 arasında ise Beyoğlu - Sismanoglio Megaro binasında izlenime sunulacak.
Sabah/AHMET KÜLSOY

Basında yer alan diğer haberler:

 

İSTANBUL KONFERANSLARI

Selanik Volos Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vasilis Colonas, İstanbullu Rumların 19. yüzyılın ikinci yarısında sosyoekonomik alanda büyük ilerleme kat ettiklerini belirterek, "Elde ettikleri ekonomik güçle birlikte Rum mimarlar Yunan mimarisini istedikleri gibi uygulayabildiler"dedi.         

İstanbul Araştırmaları Enstitüsü tarafından Pera Müzesi’nde gerçekleştirilen İstanbul Konferanslarının ikincisinde, Prof. Dr. Colonas, "Tanzimat Sonrası İstanbul’da Rum Mimarları" konulu konferans verdi.         

Fener Rum Patriği Bartholomeos ile çok sayıda akademisyen ve öğrencinin katıldığı konferansta Prof. Dr. Colonas, Rum mimarisinin Tanzimat’tan sonraki büyük gelişim gösterdiğini, bu dönemde Osmanlı Devleti tarafından yapılan reformların Rumlar başta olmak üzere gayrimüslimlere pek çok sosyal, siyasal ve ekonomik haklar kazandırdığını söyledi.         

Gayrimüslimlerin mülkiyet edinmenin yanı sıra kendi binalarını da inşa etmeye başladıklarını ifade eden Colonas, Rumların kendi mimari anlayışlarını, 19. yüzyılın ikinci yarısında uygulayabildiklerini, bunun nedeninin sözkonusu dönemde sosyoekonomik alanda büyük ilerlemeler kat etmeleri olduğunu belirterek, şöyle devam etti:         

"O dönem Anadolu’dan başta İstanbul olmak üzere kıyı şehirlerine göç edenlerin büyük çoğunluğu gayrimüslimlerdir. Ticaret yapmak için hem Anadolu’dan hem de Yunanistan’dan göç eden Rumlarla birlikte 1910 yılında İstanbul’daki toplam nüfus 330 bindi. Rumlar böyle bir ekonomik güce sahip olunca Osmanlı politikalarında da etkili olmaya başladılar. Ekonomik güçle birlikte Rum mimarlar Yunan mimarisini istedikleri gibi uygulayabildiler."

Osmanlı yönetiminin İstanbul’un yeniden yapılandırılmasında Rumlara, yerleşim yeri olarak Pera ve Galata civarını gösterdiğini kaydeden Prof. Dr.Colonas, "Pera ve Galata, Rumlar için mecburi bir konut bölgesi olmasının yanı sıra aynı zamanda bir statü göstergesiydi. Çünkü ekonomik güçleri vardı ve şehrin ticaret merkezinde istedikleri tarzı uygulayarak devasa binalar yapabiliyorlardı. Fakat Pera ve Galata, en radikal değişimi 1950’lerden sonra yaşadı" diye konuştu.
A.A 

İstanbul’daki Rum mimarlar

“Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları” sergisi, İstanbul 2010’un en anlamlı işlerinden biri

2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı son faaliyetlerini yapıyor. Sonuncuların arasında çok anlamlı bir proje; Zoğrafyon Lisesi Mezunları Derneği, 2010 Ajansı ve Ioannis Latsis Vakfı’ndan aldığı destekle bu şehirdeki Rum mimarların eserlerini sergiliyor. Yayına hazırlayanlar Hasan Kuruyazıcı ve Eva Şarlak. 

Hiç kuşkusuz ki Pera (Beyoğlu), Boğaziçi, Kadıköy ve suriçi İstanbul’da birçok yerde Rum kalfaların ve mimarların eserleri var. Ahşap ve kagir ve betonarme teknolojisi ile İstanbul’un dört bucağında yapılan eski imparatorluğun kalfalarının ve modern mimarlarının eserleri arasında; mesela ünlü Çiçek Pasajı veya Suriye Pasajı yer alır. 

Kiliseler arasında Dolapdere’deki Panaia Evangelista kilisesi, Kumpapı’daki Panaia Elpida ve Aya Kiryaki kiliseleri, Taksim’deki Aya Triada ve Kadıköy’deki Aya Triada gibi 19’uncu yüzyılda yeni bir mimari anlayışı getiren ve mimarlarının Avrupa’da yetiştiği eserler de göze çarpıyor. Hiç şüphesiz ki geleneksel Osmanlı mimarisinin etkisinde kalanlar da var. Mesela Nikolaos Celepis gibi Yıldız Hamidiye Camii’ni inşa eden biri.   

Serginin katalogu klasik Osmanlı dönemi mimarları hakkında bilgi verdiği gibi modernleşen mimarinin öncüleri ve eserlerine de yer veriyor. Daha sistematik hazırlanabilirdi. Dimadis Kostantinos, Dimadis Nikolaos, Suriye Pasajı’nı yapan Vasiliyos Dimitiros, Ruhban okulunun mimari Fotiadis Periklis (Zoğrafyon Lisesi de bu mimarındır) gibi modernler yanında Hacı Stefanus Gaytanakis, Gırgırcı Nikola, Kapatinakis gibi klasik mimarlar da var. 

Bugün Galata bölgesinin en ilginç binaları Konstantinidos Kiryakidis’in tersiminden çıkmadır. Hiç şüphesiz ki bu serginin Fındıklı’daki eski Güzel Sanatlar Akademisi, şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi’nde açılması bir isabet. Yılın sonunda bütün yılın faaliyetlerini taçlandıracak bir faaliyet. 

Herkesi aydınlatan bir aydın

Eylül ayında kaybettiğimiz Muhammed Arkun gibi başka bilim adamları çıkarsa daha verimli ve dengeli bir Müslüman dünyası görürüz

1928 yılının şubat ayında Cezayir’in uzak Kabiliye bölgesinde Tavourirt-Mimun’da kalabalık bir sülalenin çocuğu doğdu. Bu, ülkenin Berberi bölgesiydi. Afrika fetihleri sırasında Müslüman fatih Ukba bin Nafi’yi en çok uğraştıran Berberilerdi. Tabii ki dilleri Arapça değildi. 

Hayatta bir Berberi hocam oldu; Fransızca öğretiyordu. Muhammed Arkun’un konferanslarına girdiğimde onun da Berberi olduğunu öğrendim. Çetin duruşlu insanlar gibi görünüyorlardı. Ama keskin bir ironi de vardı. Her dakika bir nükte ve takılma değil, hayatın kendi zıtlıklarına işaret eden bir mizah kültürü olmalıydı bu. O yıllarda Berberi hocamız Mesa’dan öğrendim; vakıa Cezayir’in kendi kültürünü Fransa’nın buldozer gibi ezdiği ve Cezayir münevverlerinin çoğunun Arapçalarının pek işe yaramadığını biliyordum. Ama Berberiler bu zorluğu aştılar. 

Muhammed Arkun doğduğu köyde tabii ki Berberice konuşuyordu. Okulda Fransızca öğrendi. Bu onun için büyük bir imkandı ve iyi öğrendi. Hayatta berrak, güzel, zengin ve anlaşılır Fransızca duyduğum aydınlardan biriydi, öbürü de Irene Melikoff. Biri Berberi biri Rus asıllı bu “metek”lerin (eski Atina’da yabancı kökenlilere takılan isim) iyi Fransızca konuşmaları tesadüf değildir. Fransızca ilgi, gayret ve bilgi ister. 

“Emperyalizmin bazen müspet ürünleri de olur”

Cezayirli ortalama münevverin yapmayacağı bir işe girişti, Arap edebiyatı ve İslam eğitimi gördü. Fransa’nın ünlü şarkiyatçısı Louis Massignon onun hocası oldu. Zannediyorum Türkçeye ve Türkolojiye uzak kalmasının bir nedeni budur. Massignon ekolü İslam’da Türk ve hele Fars derinliğinden uzak kalmıştır. Fakat Muhammed Arkun bunun ötesine geçti. Bu dünyaya ilgi duydu ve Avrupa aydınlanma çağının metotlarını benimsedi. İslam araştırmalarındaki bu yaklaşımı bazıları arasında tenkit konusu olduysa da, çağdaş İslam dünyasının sorunlarına en canlı yaklaşanlardan biriydi. Canlı ve kanlıydı çünkü klasik Arap İslam mirası yüklü bir muhteva ile onun kafasındaydı. 

Bilgisi sadece insanları etkileyen söylem gücüyle sınırlı değildi; bibliyografya ve literatür bilgisi genişti. Nitekim dünyanın en büyük kütüphanesi olan Congress Library’nin üst düzey danışmanlarındandı. İslam felsefesinin hümanist gelenek ve felsefi rasyonalizminden uzak kalmadığına inanan bir kişilikti. Konuşmalarını yaparken sık kullandığı deyiş “Bu benim ihtisasımdır”, yerinde bir deyimdi, zira ne hikmetse İslam dini ve kültürü konusu hem Müslüman hem de gayrimüslim cahillerin konuşma ve müdahale özgürlüğüne açıktır. 

Muhammed Arkun’un klasik İslam’dan Modern İslam’a geçişleri ve batı dünyası ile bağlantıları kuruşu derin noktaları tespit ediyordu. Bağnazlık yoktu ama bu bizdeki 1940’ların özenti rasyonalizmi de değildi. Batıyı hazmeden ve doğuyu bilen bir insanın yorumlamalarıydı. Muhammed Arkun’u dinlerken “Bu emperyalizm denen şeyin bazen müspet ürünleri de oluyor galiba” denebilirdi. Hiç şüphesiz ki herhangi bir Cezayirli veya Ortadoğulu gibi ruhundaki yaraları açığa vuran biri değildi. Beyninin akılcılığı üslup ve tavr-ı harekâtını da biçimlendirmişti. 

Bu yılın 14 Eylül’ünde öldü. Ölümü geç duyuldu. Herhalde bu gibi kayıpları Batı basınından önce kendi haber dünyamızın bildirmesi ve mersiyeler yazması gerekir. Cezayir’de doğan bu adam Mağrip’teki en sevdiği ülkeye, Fas’a gömüldü. Başka Muhammed Arkunlar çıkarsa daha verimli ve dengeli bir Müslüman dünyası olacağına şüphe yok.
Milliyet/İlber Ortaylı

 


Geri Dön