Doğan Hasol: Dilimiz kuşatma altında!
Bu sözler Başbakan'a ait. Geçenlerde Türkçe konusunda farklı iki ortamda iki tepkisi oldu. Birincisi Trump Towers Mall'un açılışında, İkincisi Anayasanın Dili sempozyumunda
Dilin, başka dillerin kuşatması altında olmasından hepimiz rahatsızız. Bu saptama doğru: Trump Towers Mail, Köfteland, Kebap House gibi örnekler işin nerelere kadar vardığının en açık göstergeleri. Dilin başta, İngilizce sözcüklerle kuşatılmasından Avrupa ülkeleri de yakınıyor. Fransa, Almanya bile dillerinin bu anlamda kuşatılmasından rahatsız.
Sayın Başbakan’ın itirazı anladığımız kadarıyla-Batı kökenli sözcüklere.
Arapça ve Farsçadan gelenleri bizden sayıyor. Anayasanın Dili toplantısında söyledikleri de bunu gösteriyor:
Eskilerin çok güzel bir sözü var, ‘Efradını cami, ağyarını mani olmak’.
Anayasamızın dili efradını cami, ağyarını mani olmadı. Örneğin, 367 meselesinde anayasanın dili ciddi şekilde istismar edildi. Mana son derece açıkken lafız farklı yerlere çekilmek suretiyle Türkiye’ye ağır bedeller ödetildi. Dünyadaki her dil başka dillerden ödünç kelimeler alırken, bu son derece tabii bir şeyken, Türkçedeki tüm yabancı kelimeleri ayıklamaya yönelik tasarruflarda bulunuldu. Bu tabii olmayan ideolojik girişimler ne yazık ki Türkçeyi ciddi manada kısırlaştırdı. Türkçenin sağladığı o engin muhayyileyi de ciddi manada köreltti. En önemlisi de Türkçe üzerinde yapılan operasyonlar, kuşaklar arasındaki dil birliğini ortadan kaldırdı. Adeta bizim şah damarımızı kestiler. Muhayyile kelimesini, tasavvur kelimesini, inkişaf, mücerret, müşahhas, aklıselim gibi kelimeleri farklı dillerden Türkçeye geçti diye ayıklamak, bunların yerine kelime ikame etmek aynı manayı asla karşılamayacaktır.
Başbakan bunları söylerken Cumhuriyet döneminde yapılan öze dönüş çalışmalarının Türkçeyi yoksullaştırdığını düşünüyor, bu çabalann geçmişle bağlarımızı kopardığını ve dili kısırlaştırdığını ileri sürüyor. Bugünün modasına karşı tepkisinde haklı; ancak, tanı ve yorumlarında haklı olmadığını düşünüyorum. Osmanlıca; Türkçe, Arapça ve Farsça karması yapay bir dildi. Eğitimli seçkinlerin dili olarak kaldı; hiçbir zaman günlük yaşamın ve halkın dili olamadı. Öte yandan, padişahlıktan Cumhuriyete geçildiğinde Türkiye’nin nüfusu 10 milyon kadardı, okuma yazma bilenlerin oranı da yüzde 10’u geçmiyordu.
Bu durum karşısında, öze, halkın diline dönüş, Osmanlıcanın unuttuğu Türkçe sözcüklerin dile katılması, dile yerleşmiş ve genel kabul görmüş yabancı sözcükler korunurken Türkçenin dilbilgisi kurallarına göre türetilmiş yeni sözcüklerin dile kazandırılması en doğru yoldu ve bu yapıldı.
Cumhuriyetin kurulmasından 9 yıl sonra 1932’de ilk Türk Dil Kurultayı’nın düzenlenmesi çok anlamlıdır. Öte yandan 1928’de Latin harflerine geçiş ise bu çabaları kolaylaştırdı; okuma yazma oranının hızla artmasını sağladı. Latin harflerinin benimsenmesinin daha önce Sultan 2. Abdülhamid tarafından da düşünülmüş olduğu biliniyor. Gerçekleştirmek Mustafa Kemal’e nasip oldu. Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277’deki fermanından sonra Türk diline yaklaşık 650 yıllık sürede sahip çıkan tek devlet adamı yalnızca Mustafa Kemal oldu. Değinilmesi gereken başka bir nokta, dilin canlı ve dinamik yapısıyla sürekli olarak gelişip değişmesi özelliğidir. Bu nokta bütün diller için geçerlidir. Yalnızca Türkçe için değil, Fransızca için de, İngilizce için de böyledir. Fransızlar Montaigne’in, İngilizler Shakespeare’in dilini konuşmuyorlar bugün.
Diller arası etkileşim de kaçınılmazdır; ancak etkileşimin kuşatmaya dönüşmemesi gerekir. Bugün yerleri doldurulmuş, inkişaf (gelişme), mücerret (soyut), müşahhas (somut), aklıselim (sağduyu), müselles (üçgen), müddei umumî (savcı), erkân-ı harbiye-i umûmiyye (genelkurmay) gibi sözcüklerin yok olmasına hayıflanmak yerine, dilin başka bir yoldan kuşatılıp yok edilmesi tehlikesinin üzerinde durmak gerekiyor. Üniversitelerimiz kendilerini İngilizce eğitim tutkusuna kaptırmış durumda. Bu salgın, bilim dili haline gelmiş olan Türkçenin önünde büyük bir engeldir. Öte yandan, dil öğrenme yaşı geçmiş öğrencilere bir yılda öğretildiği ileri sürülen bir dille mühendislik, hukuk, tıp vb. eğitimlerin verilebilmesi olanaksızdır. Öğrenciler yabancı dili tam öğrenemedikleri için mesleği de öğrenemeyeceklerdir. Yabancı dil öğretmek üniversitelerin işi olamaz. Kaldı ki bilimsel ve mesleki eğitimi yabancı dilde sürdürebilecek kadrolara da sahip değiliz. Bugün, öğrenci kapma yarışı halinde sürüp giden olgu hem Türkçenin hem de üniversite eğitiminin önündeki en büyük engeldir.
Şu sözlerle bitirelim: Kamus namustur. Dilini korumayan kimliğini koruyamaz.
Doğan Hasol/Cumhuriyet