Mimarlık

Emre Arolat: Mimarlar şehre her gün hesap verir!

Türkiye de “starchitect”lere yani yıldız mimarlara aşina hale geldi. Bu mimarlardan biri de Ağa Han, Cityscape Dubai, Green Good Design gibi önemli uluslararası ödüller kazanan Emre Arolat...





Mimarlık öyle bir iş ki, her gün binlerce, milyonlarca insanın önünden geçip gittiği bir yapı tasarlarsınız ve bir Allahın kulu da imzanızı merak etmez. Geçen haftalarda yaptığım bir söyleşide Mehmet Konuralp’in dediği doğru sanırım: “Mimarlar körler ülkesinde ayna satarlar”. Ama özellikle son birkaç yıldır Türkiye de “starchitect”lere yani yıldız mimarlara aşina hale geldi.



Bu mimarlardan biri de Ağa Han, Cityscape Dubai, Green Good Design gibi önemli uluslararası ödüller kazanan Emre Arolat...

Onunla buluşmak kolay olmadı. Zorlu Center’dan Sancaklı Camii’ne, yapımı süren projeleri bir yana; bu aralar İstanbul Tasarım Bienali’nin eşküratörü olarak da mesaisi çok yoğun. Konu İstanbul olunca

45 dakikalık randevu bir buçuk saate uzadı; laf lafı açtı, annesi mimar Şaziment Arolat’a kendisini beğendirme çabasına kadar geldi...


 İstanbul’un yeniden inşasında imzası olan isimlerden birisiniz. 21. yüzyılın İstanbul’unu nasıl tasavvur ediyorsunuz?


Geçen gün bir açıklama vardı, Avrupa’da en çok tescilli binası olan şehirmiş. Bunun yanında Avrupa’da en çok gecekondusu, en çok kaçak inşaatı, yani en az tescilli yeni binası olan şehirdir. Galiba topografik olarak inanılmaz şanslı bir yer olması, içinden lacivert bir boğazın geçmesi onu bütün bu hezeyanı kolay absorbe edecek hale getiriyor.



 Bu kadar tescilli yapının olması tasarım açısından sizi kısıtlıyor mu?


Tam tersine. Bir lütuf, bir kolaylık. Uzayın ortasında, elinizde hiçbir veri yokken tasarlamaya nazaran daha kolaylıkla birtakım ilhamlar alırsınız.

Ben mimari tasarımın kısıtlamalardan doğduğuna inanıyorum. Önemli olan yaptığınızın her daim orada kalacak bir bina olacağını düşünmek.


 Likör Fabrikası’nın yanına tasarladığınız gökdelenler ve Zorlu Center projeniz eleştiriler alıyor. Bu eleştirilere kulak veriyor musunuz?


Eleştirileri normal buluyorum. Zorlu Center, İstanbullu’nun 50-60 yıldır boş görmeye alıştığı bir mekanı doldurdu. Zorlu Center projesi şu anda halka kapalı. İçinde 3 bin 400 kişi var ama sadece işçiler. Bu

3 bin 400 kişi yerine her gün yaklaşık 30 bin kişi, bazen de 300 bin kişi oraya girip çıkacak. Bundan evvel orası Karayolları Genel Müdürlüğü iken 30-40 kişinin girip kullandığı bir mekandı. Şimdi kentlinin tepe tepe kullanabileceği bir yer haline geliyor. Düşüncem odur ki, pek çok kentsel projede olduğu gibi Zorlu Center da kullanılmaya başlandığında benimsenecek.


“Mete Tapan’ın Likör Fabrikası’na dair söylediklerine itirazım var”


 İstanbullu nasıl kullanacak o alanı?


Tam ortasında şu anda çok titizlikle çalıştığımız bir kent meydanı var. İstanbul’un yeni bir merkezi olacak. İçindeki 2 bin 300 kişilik büyük salonda Broadway şovları gösterilecek, 800 kişilik tiyatro her gün belki de üç temsille pek çok insanı ağırlayacak. Yapılan eleştirilerin henüz bu durumu görmeyen eleştiriler olduğunu düşünüyorum ve çok haklı buluyorum. Hakikaten kocaman bir yapı. Ancak mimari yönelim olarak çok fazla bağırıp çağırmayan, geride duran, buyurgan olmayan bir yapı olmasını hedefledik. Bu, kent adına yapılmış en doğru proje.


 Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?


Uluslararası bir yarışmaydı. Önce 200 tane dosya geldi. Onların içinden 15 tanesi seçildi: Bu, onların arasından seçilmiş bir projedir. Bir gün bunun kitabını yapacağım, diğer 14 projenin de ne olduğunu göstererek şu anda ortaya çıkan Zorlu Center’ı değerlendirmek bence daha doğru olur.


 Sizin için yaptığınız projenin daha çok insana değmesi estetik açıdan beğenilmesinden daha mı önemli?


Çok daha önemli. Annemle babamın tasarladığı Bursa Ulu Cami meydanı vardır, oraya hep gıpta etmişimdir. Tasarlanmamış gibi durur ve insanlar tepe tepe kullanırlar. Bence bu iyi bir tasarımdır. Yüzde yüz tasarım kokmaz, mimarın hakimiyeti hissedilmez. Hâlâ o kadar iyi bir şey yapabildiğimi düşünmüyorum. 30 yıla yaklaşan meslek hayatımda inşallah ben de öyle bir şey yapabilirim.


 Şehrin görünümüne bu kadar katılan bir yapı tasarlarken bir gün şehre hesap vereceğinizi de düşünüyor musunuz?


Biz mimarlar yaptığımız her işle kente bir şeyler ilave ediyoruz. Bu çok büyük bir sorumluluk. Kuşkusuz hesap verilmesi söz konusu ve o hesabı her gün verirsiniz. Ama her mimari yapının kaderi, kullanılmaya başlandıktan sonra ortaya çıkıyor. Geçen hafta söyleşi yaptığınız Mete Tapan’ın, Likör Fabrikası için söylediklerine itirazım var. Kendisi de çok iyi biliyor ki, Likör Fabrikası’nın bu anlamda restore edilmesinin altından Mete Tapan’ın imzası var. O yapı, kendi şahsiyetini koruyarak ayakta tutulmasına imkan olmayan bir yapı. Neredeyse itseniz yıkılacak haldeydi. Yıkılmalı ve yeniden yapılmalıydı. Ben ilkeleri çok ciddi anlamda katılaşmış birisiyim. İster başbakan, ister cumhurbaşkanı, ister dünyanın en zengin adamı gelsin, inanmadığım hiçbir şeyi yapmam. Bu projelerin hepsi benim inandığım projelerdir.


“İlkelerim dışında bir şey yapmadım, tu kaka da edilmedim”


Türkiye’nin mevcut koşullarında mimarların şehri kendi görüşlerine göre şekillendirmelerinin mümkün olduğuna inanıyor musunuz?


Türkiye’de mimarlık ortamı kötümser bir ortamdır. Hatta çoğu zaman bu kötümserlik öyle bir noktaya gider ki, büyük tembellikler oluşturur, mimarları neredeyse her söyleneni yapar hale getirir. Ben bunun arkasında bir tür piyasada tutunma içgüdüsünün olduğunu düşünüyorum.


 Siz kendinizi bu duygudan sıyırabildiniz mi?


Belki şanslı bir insandım o noktada. Annem ve babam mimardı; işe çok ihtiyacım yokken “O öyle yapılmaz” deme şansım oldu. Ve bunun insanlara cazip geldiğini keşfettim. Doğruları haykırırsanız, o an için biraz problemli gibi gözüküyorsunuz. Ama aranmaya başlıyorsunuz. Öyle olmasaydı EAA İstanbul’un en çok iş yapan ofislerinden biri olmazdı. Kendi ilkelerim dışında hiçbir şey yapmadım, şu güne kadar tu kaka da edilmedim.


“Annem mimar olmamı hiç istemedi, hiçbir zaman da ikna olmadı”


Mimarlık tasarım olduğu kadar bir ikna işi. Sizin ilk ikna ettiğiniz, mimar olmanızı istemeyen anneniz mi oldu?


Hiçbir zaman ikna olmadı. Hala da olmuş değil. Annem mimarlığın bazı yönlerden insanı tatmin eden bir meslek olduğunu düşünmez. 1986 yılında Amerika’ya gitmeye karar verdim. Doğan Tekeli ile Moskova’da bir barda karşılaşmıştık. “Çok iyi ediyorsun gitmekle” dedi; “Türkiye’de mimarın adı bile yoktur, kimse takmaz”. Amerika’da girdiğim büronun sahibi William Metcalf önemli bir tasarımcıydı. Oraya gidince hayal kırıklığına uğradım.


 Neden?


Türkiye’de annemle babam sayesinde biraz iş yapabiliyordum. Burada işe büroya gelen mektupları ayırmak ve ozalit çekmekle başladım. Ozalitin amonyak kokusu hâlâ burnumda. Bir yılın sonunda sıkı bir yükselmeyle junior ortaklık teklifi bile aldım. Gönül meselesi filan vardı, Türkiye’ye dönme kararı aldım. Patron beni yemeğe çağırdı ve şöyle dedi: “Burada kalmanı çok isterdim, büroyu sana ve oğluma bırakmayı planlıyordum. Ama iyi ki de gidiyorsun, çünkü Amerika’da mimarlara değer vermezler”. Ben çöktüm tabii.


 “Annem haklı mıydı?” diye kendinize sordunuz mu?


O hâlâ sorduğum bir sorudur.


“Mimarlar aksine inansa da düdüğü hep işveren çalar”


 Yaptığınız işlerde “Annem beğenecek mi?” endişesi taşıyor musunuz?


Buna evet dememek için çok uğraşıyorum ama evet.


Sizin bir “yıldız mimar” olmanız, yaptığınız işlerin “Bir Emre Arolat Projesi” olarak sunulması hiçbir şey değiştirmedi mi?


Yakınlarda Mimar Sinan’la ilgili bir kitap okudum. Orada padişahla ilişkisi hakkında yazılanlar doğruysa fazla bir şey değişmediğini düşünüyorum. Mimarlar sosyolojik olarak belirli bir yerden yukarı çıkamıyor. Yerimiz belli. İstediği kadar orada “Bir Emre Arolat Projesi” yazsın. Tabii ki çok önemli bir değişiklik. Ama ne zaman ki bir mimar parasını kendisi ödediği projeyi yapar, o zaman tam bir hakimiyet içinde olur. Onun dışında parayı veren düdüğü çalar. O düdüğü doğru çaldırmaya bakacaksınız. Yoksa düdüğü hep işveren çalacaktır, o kesin. Mimarlar ideolojik olarak tersini zannediyorlar ama gerçek değişmiyor.


“Tasarım Bienali bana yeni bir kapı açtı”


Kendi alanınızın bir miktar dışında bir işle meşgulsünüz şu aralar. İstanbul Tasarım Bienali’nin küratörlüğü sizin için bir sınav mı?


Öyle olmadığını umarım, çünkü çok geçer not alamayabilirim. Çok zor bir iş. Tasarım bienallerinin iki türü var. Bir tanesi, hazır eserlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş, o eserlerin birbirleriyle kurdukları dilden medet uman bir sergileme biçimi. İkincisi ise tarif edilmiş bir sorunsal üzerine kurulu, sadece o bienal için işlerin yapıldığı bir sergi. Biz tahmin edilebileceği gibi ikinci ve daha meşakkatli yolu seçtik.


 İçinize sindi mi?


Bienal için bir kavramsal çerçeve yazdığımda herhalde 5-10 tane proje gelir diye düşünüyordum. 300 proje geldi. O metinle bu kadar ilişki kurulabileceğini düşünmüyordum. Çok cesaret vericiydi. Benim için yeni bir kapı açıldığını söyleyebilirim. Bir taraftan çok yoruyor; ama eminim sergi açıldığı günden itibaren geleceğe daha umutla bakar hale gelmiş olacağım.


“Müftü, ‘Bir an evvel bu camide namaz kılmak istiyorum’ dedi”


Son haftalarda İstanbul’un temel meselelerinden biri de cami mimarisi. Siz de alışıldık olmayan bir cami projesi çizdiniz. Sancaklar Camii için kimleri ikna etmeniz gerekti?


Aslında ilk kendimizi nasıl ikna ettiğimiz önemli. Ben dini vecibelerini yerine getiren, pratisyen bir dindar değilim. Ama İslam felsefesine çok ilgi duyuyorum, bu konuda epeyce de okumuşluğum var. Anneannem çok dindardı. Ondan namaz kılmayı, biraz Kuran okumayı öğrenmiştim. Bursa Emir Sultan Camii’ne, anneannemin cenazesine gittiğim gün, ibadet mekanının ne kadar önemli olduğunu hissetmiştim. Mekanın yaratanla kul arasında bir tür mesafesizlik yaratma gücü olabileceğini düşündüm.


 Sancaklar Camii için de ana fikir bu muydu?


Arkadaşlarıma tek şey söyledim: Burada birisi huşu içinde ibadet ederse bu işi iyi yapmış olacağız. Gerisi palavra. Minaresi şöyle, kubbesi böyle... Bunların hiçbiri aslında İslam’da yok. Temiz olan her yer, tanrıyla baş başa kalabildiğiniz her nokta ibadet mekanıdır.


 “Tamam bu” dediğiniz noktaya gelmek kolay mıydı, zor muydu?


Şöyle söyleyeyim, biz çok daha büyük ölçekli projelere çok daha az zaman harcamışızdır. Bu küçücük şeye beş ay hiçbir şey çizmeden, sadece konuşarak ve okuyarak çalıştık. İlk sunuşa Büyükçekmece Müftüsü de geldi. Yaklaşık 45 dakika hiç kimsenin gözüne bakmadan sunuşu bitirdim. Işıklar açıldı, Müftü Bey “Öyle bir anlattınız ki” dedi, “Başka hiçbir şey olamazdı diye düşünüyorum”.


 Ve sınıfı geçtiniz...


Evet ama “Benim evet dememle bu iş olmaz” dedi, “İstanbul Müftüsü’ne de sormamız lazım”. Gittik müftülüğe, aynı sunuşu yaptım. Ve o sunuşun sonlarına doğru uzun zamandır ilk defa bu kadar heyecanlandığımı fark ettim. Anladım ki ben bu camiyi yapmak istiyorum. İstanbul Müftüsü de “Bir an evvel bu camide namaz kılmak istiyorum” deyince oradan da geçmiş olduk. En sonunda Diyanet İşleri Başkanı’na da anlattık ve inşaat başladı. Birkaç ay içinde tamamlanacak.  


 Çamlıca Camii’nin tasarımı için konuşulanlara ne diyorsunuz?


Çamlıca’nın o noktası böyle bir camiyi talep ediyor mu, orada buna uygun bir cemaat var mı emin değilim. Aslında yeni bir cemaatin yaratılması söz konusu. Artık bu devirde camiler selatin camileri olarak imparatorların ya da padişahların kendilerini gösterme mekanizmaları olmamalıdır. Bugün başbakan veya merkezi yönetim kendisini gösterecekse kentlerde başka işler yapabilirler. Sanıyorum böylece çok daha fazla hayır duası kazanacaklardır.


 

Milliyet