İhsan Bilgin kentsel dönüşümü değerlendirdi
Bilgi Üniversitesi Mimari Tasarım Bölümü Başkanı, Prof. Dr. İhsan Bilgin 2000'li yıllarda duymaya başladığımız ‘kentsel dönüşüm' söylemine, 60 yıllık modern Türkiye kentleşme tarihinin içinden bakarak son dönem gelişmeleri değerlendiriyor
Sulukule Atölyesi'nin hazırladığı gibi alternatif projelerin, TOKİ ve belediyeler için dünyaya örnek olacak yeni zeminler açabileceğini söylüyor. Bilgin, şehir antropoloğu Aysim Türkmen'in sorularını yanıtladı.
Aysim Türkmen: Türkiye'nin büyük şehirleri, özellilkle İstanbul, 50-60 yıldır muazzam hızlı bir değişim yaşıyor.
Neden biz bu değişime 8-10 senedir ‘kentsel dönüşüm' demeye başladık?
İhsan Bilgin: Çarpıcı bir rakamla başlayalım: Bugün İstanbul'da 2 milyon civarında bina olduğu tahmin ediliyor. Bunların sadece 5 ila 10 bini 50 yaşından daha yaşlı! İstanbul'un 2500 yıllık tarihinden bahsediyoruz, ama öyle bir 60 yıl yaşamışız ki, geride fiziki olarak bazı izler, anıtlar ve tesadüfen ayakta kalan yapılar dışında pek bir şey kalmamış. Eğer İstanbul'un hareketli topografyası ve Boğaz, Haliç, Marmara gibi sularıyla ilişkisi bu kadar ilginç olmasaydı, yani Paris, Londra, Viyana, Berlin gibi ovalar üzerine kurulmuş bir şehir olsaydı ve çekiciliğini yapı stokundan almayı bekleseydi, epeyce tatsız bir durumla karşı karşıya olurduk. Bugün bu 2500 yıllık tarihin üzerini kalın ve büyük bir yorgan gibi örten yeni bir yapı stoğundan oluşuyor İstanbul. Peki neden 60 yıldır sert bir dönüşüme maruz kalan İstanbul'da 10 yıldır ‘kentsel dönüşüm'den bahsedilir oldu? Zaten dönüşmüyor muydu? Son 10 yılın ondan önceki 50 yıldan farkı ne? Üstelik devletten meslek çevrelerine ve medyaya kadar herkesçe benimsenmiş bir adlandırmadan söz ediyoruz: bir ‘kentsel dönüşüm'dür gidiyor.
Artık bir şablon haline gelmiş bu adlandırma bence kayda değer bir kırılmanın işaretlerini taşıdığı için anlamlı. Şöyle ki: Bu 60 yıl içinde oluştuğunu söylediğimiz yapı stokunun en önemli özelliklerinden biri, daha ilk yapıldıkları sırada bile geçici olduklarının, yani yakın bir gelecekte yıkılıp yeniden yapılacaklarının farkında olunarak üretilmiş olmalarıydı. Sadece meslek çevrelerinden ve yöneticilerden bahsetmiyorum: bunları bizzat üretenler de kalıcı bir şey yapmadıklarını, çok yakında bir biçimde yenilenecek bir şey yapmakta olduklarını bilinçaltlarında taşıyorlardı. Sadece derme çatma gecekondulardan bahsetmiyorum. E5 ile TEM arasındaki çoğunluğu betonarme apartmanlardan oluşan stokun neredeyse tamamı bu koşullar altında yapılaştı.
Aysim T.: Aslında dünyanın her yerinde gecekondu oluşumları çok ilginç süreçler. İstanbul'daki süreç dünyanın diğer bölgelerinden nasıl farklı?
İhsan Bilgin: İstanbul'daki oluşum devlet ve sınıflar arasındaki ilginç bir mutabakatla, devlet, siyasi partiler, sermaye sınıfları ve enformel mekanizmaların muhatapları arasındaki işbirliği ile gelişti. Herkes kazanıyordu! Devlet ve politikacılar ülkeyi ‘yönetebilmiş' oluyordu, sermaye işgücünün önemli bir kalemi olan barınma maliyetini ucuzlatmış oluyordu; işçi (veya potansiyel işçi olan ‘işsiz') kendisine ev bulup yerleşmiş olmakla kalmıyor, geleceği için yatırım fırsatı da elde etmiş oluyordu. Tabii bu sürece karşı kritik pozisyon alan mimarlık ve planlama disiplinlerinin varlığını da unutmamak lazım. Ama herkesin üzerinde gizlice mutabık kaldığı bu dramatik dönüşüme müdahale edecek araçlardan ve güçten de yoksundu mesleki ve akademik çevreler. Yaşananlara şerh düşmekle yetinmek durumunda kalıyorlardı.
2000'lerle birlikte nüfus artış hızındaki yavaşlamanın ve 50 yıldır İstanbul'da yoğunlaşan sanayileşmenin desantralize olmaya başlamasının da etkisiyle derme-çatma yapılaşma ihtiyacının baskısını üzerinden atmaya başladı İstanbul. Ve sıra artık 50 yıldır oluşan stokun kendini yenilemesine geldi. ‘Kentsel dönüşüm' dediğimiz şey de bu yeni eğilimden başka bir şey değil. Herkes farkında ve ilgi duyuyor bu sürece: devlet ve belediyeler çıkardıkları yasalarla ve süreçleri başlatan hamlelerle işin içindeler; sermaye yeni
yatırım olanakları gördüğü için ilgileniyor; kentliler de zaten içinde yaşadıkları çevreler söz konusu olduğu için bu sürecin muhatabı. Kentleşme tarihinin en çetrefil problemlerinden biriyle karşı karşıya İstanbul: Genç, problemli, parçalı mülkiyet yapısına sahip devasa bir stokun, farklı sınıfsal ilgilerin ara kesitinde kendisini nasıl yenileyeceği gibi ilginç bir kent tarihi denklemi bu.
Aysim: Bahsettiğiniz Avrupa'daki sanayileşme dönemini düşününce,
örneğin Engels'in anlattığı sanayileşen Manchester'i hatırlarsak, korkunç hikâyeler var. Aslında Türkiye'nin büyük kentleri, toprağı kullanarak bu korkunç dönemleri çok hafif atlattı. Nüfusun yoğun bir şekilde bir yerde toplanmış olmasının yaratabileceği sosyal patlamalar önlendi. Bir anlamda toprak, eşitsizlikleri azalttı, devletin yükünü hafifletti. Gecekondular bu anlamda muazzam bir rol oynadı. Müthiş değişimin getireceği sorunlara gecekonduların nasıl bir çözüm getirdiği görülmüyor.
Ihsan Bilgin: Evet. İlhan Tekeli'nin liderliğinde yazdığımız 1996 Habitat raporunda da bu çerçeveyi benimsemiş, Türkiye kentleşmesinin kendine özgü sorun çözme modeline vurgu yapmıştık. Tarihsel olarak kentleşmeye kıt kaynak ayırabilen bir coğrafya idi burası 20.yy'ın 2. yarısında. 1950'lerle birlikte devlet elindeki çok özel bir meta olan toprağı kullanarak sübvanse etti kentleşmeyi. Osmanlı'da topraklar devletin malıydı. Kullanım hakkının çeşitli biçimleri söz konusuydu, ancak mesela İngiltere'de 16.yy'dan beri geçerli olan özel mülkiyet yoktu. Cumhuriyetle birlikte bu özel mülkiyet hukuku geçerli oldu; kullanım hakları özel mülkiyetlere dönüştü. Ancak kullanılmayan yerler, yani kentleşmemiş ve üzerinde tarım yapılmayan alanlar doğal olarak devletin mülkiyetinde kalmış oldu. İşte bu geniş alanları kullanarak sübvanse etti devlet kentleşmeyi. Bu pragmatik sorun çözme biçimini sosyal bir program olarak adlandıramamızın nedeni, mülkiyetindeki Hazine arazilerini parçalayarak bireysel mülkiyete dönüştürmüş olmasıdır. Böyle yapmayıp elinde tutmaya devam etseydi ve çeşitli kullanım hakkı stratejileriyle modern yönetişimin teknik araçlarının hizmetine koşabilseydi, dünyanın en ilginç sosyal politikalarına sahip kentleşme deneyimlerinden birinin sahnesi olabilirdi İstanbul. Peki ne sakıncası var parçalı özel mülkiyete geçmesinin? Yeni kentlileri orta-sınıflaştırmak gibi bir stratejinin hizmetine koşulmuş olmuyor mu böylelikle? Sorun sürdürülebilirlikte: Eğer statik, değişmeyen bir toplum olsa sorun olmazdı belki. Ama nüfus hem artmaya, hem de modernleşmeye devam ediyor. Dolayısıyla hem yeni yaşama biçimi ihtiyaçları doğuyor, hem de bu ihtiyaç sahipleri genişliyor. Oysa devlet elindeki en önemli siyasi ve teknik enstrüman olan toprağı bir zaman diliminin sorunlarını çözmek üzere ebediyen yitirmiş oldu. İstanbul'un genleşme alanı içindeki Hazine arazileri 1950 ile 1990 arasında tüketildi. Artık kaynak sıkıntısı ve yoksulluk gibi sorunlarla elinde toprak olmadan çözümler üretmek zorunda merkezi ve yerel yönetimler.
Aysim: Osmanlı sistemini düşündüğümüz zaman, yüzyıllarca kullanım hakkı üzerinden bir sistem yürümüş. Ama son dönemde de ev sahibi olmayan kalmasın tarzı bir mülkiyet anlayışıyla hareket ediliyor.
İhsan Bilgin: Zaman zaman akademik çevrelerde bile rastlanan, Türklerin mülkiyete çok düşkün olduklarına, mutlaka kendi evlerinde oturmak istediklerine dair çok yadırgadığım bir kanaat var. Bu iki açıdan da tuhaf gözükmüştür bana: birincisi özel mülkiyet hukukuna birkaç yüzyıldır değil, birkaç on yıldır (1930'lardan beri) sahip bir yer olduğumuzu hiç hesaba katmıyor bu kanaatin sahipleri. İkincisi de şartlar uygun olduğunda oturduğu evin mülkiyetini istemeyecek bir millet olabilir mi? Düşünebiliyor musun Almanları, İtalyanları veya Korelileri topluca “Biz evimizin sahibi olmasak da olur!” derken? Bunun en fazla 60 yıllık bir alışkanlık olabileceğini hesaba katıp çetrefillikle yüzleşmek yerine, kestirme ‘milli' özelliklerimize (‘bizde hafıza yok!', ‘bizde göçebe olduğumuz için yerleşme kültürü yok!' vs.) bir yenisi ekleniveriyor hemen.
Modern toplumlarda herkesin oturduğu evin sahibi olması mümkün değildir. Yoksulluk ve kıt kaynak sorunları bir yana, nüfus çok değişken ve hareketli olduğu için mümkün değildir bu. Hep verdiğim örnek: İngiltere'de 20.yy başında nüfusun yüzde 90'ı, yüzde 10'un kiracısıydı. Son derece kendine özgü toprak mülkiyeti hukuku içinde 60 yıl kesintisiz sürdürülen sosyal politikalarla mülk sahipliği oranını yüzde 60'lara çıkarabildiler. Üstelik de İngiltere gibi bütün dünyanın kaynaklarını kullanabilmiş bir yerden söz ediyoruz.
Kısacası Türkiye sosyal politikalar için bir regülasyon enstrümanı olarak kullanabileceği devasa bir kaynağı yitirmiş oldu. 2000'lerin başından beri gündemimize düşmüş olan ‘kentsel dönüşüm'ü artık elinde bu enstrüman olmadan yönetmek durumunda.
Aysim: Kendi kendine dönüşen kentte, Bağdat Caddesi'ndeki eski köşklerle gecekondularının dönüşümünün farkı yok. Aynı model işliyor, yap-satçı müteahhit modeli. Aslında şimdi kentsel dönüşümle bu modelde bir kırılma var. Kentsel dönüşüm bölgesi ilan edilen alanlardaki ev sahipleri şöyle diyor: “Bir dakika: biz müteahhite verip arsamıza karşılık 3 daire alacaktık. Ama 3 daire alamadığımız gibi bir de borçlanıyoruz.” Bir haktan feragat ettiklerini hissediyor insanlar kendilerini.
İhsan Bilgin: Başa dönersek kentsel dönüşümü iki anlamda da sahiplenmek gerekiyor. Öncelikle şehir böyle kalsın, değişmesin denemeyeceği için, ikincisi de bu dönüşüm bugüne kadarki mekanizmalarla, kendi kendine gerçekleşemeyeceği için. Bunun çağdaş yönetişim teknikleri kullanılarak iyi regüle edilmesi gerekiyor. Bugün kentsel dönüşüme herkesin muhalefet etmesinin sebebi bugüne kadarki uygulamaların çok kaba-saba yapılmış olması. Siyasetçi de bu durumdan karlı çıkmıyor. Neredeyse kimseyi memnun edemiyor, yönetememiş oluyor. Kentin bütünsel çıkarları açısından da pek bir işe yaramıyor; çünkü bu kaba-sabalık içinde planlama ve tasarım disiplinlerinin birikimlerinden de, dünya deneyimlerinden de yararlanılmamış oluyor. Ben bunu tecrübe noksanlığına bağlıyorum. Tarihinizdeki en dramatik dönüşümü sürdürülebilir bir tecrübe edinerek geçirmemişseniz, regülasyon siyasanızı elinizdeki büyük toprak parçalarını paylaştırmak üzerine kurmuşsanız, daha teknik, daha esnek, daha akıllı araçlar geliştirmemiş oluyorsunuz. Bunu planlamanın ve tasarımın teknik ve estetik araçları kadar, hukuk, finans, siyaset vs. açılarından da söylemek mümkün.
Aysim: TOKİ'ye şöyle bir eleştiri geliyor, “Müteahhit gibi davranıyor.”
İhsan Bilgin: Müteahhit gibi davranmanın en önemli sakıncası, karmaşık kentleşme süreci içindeki bir aktörün formasyonu ve becerileriyle sınırlaması kendini. Oysa müteahhitlik becerilerinden daha fazla planlamanın, tasarımın, hukukun, finans yönetiminin, siyaset biliminin becerilerine de ihtiyacı var iyi bir yönetişim odağının. Tabii bir paradoks var burada: en önemli 60 yılını kayda değer ve sürdürülebilir bir tecrübe biriktirmeden geçirmiş olmanın üzerine gerçekleştirmesi gerekiyor kentsel dönüşüme ilişkin bu çok aktörlü yönetişim becerisini.
Bu tecrübe nasıl kazanılır? Başka bir yerden alıp kullanabileceğimiz bir model olmadığı için ancak yaşayarak edinilebilir. Ama dünyanın başka yerlerindeki deneyimleri öğrenme, içselleştirme ve yorumlama becerisini hızla edinebilmek çok önemli. Başka tecrübeleri bildikçe kendi özgüllüğünüzü daha iyi yorumlayabilirsiniz çünkü. Demin verdiğim örnek türünden kendinize garip milli özellikler atfetmekten vazgeçip, kendinize özgülükleri daha yaratıcı bir şekilde kavrayabilirsiniz. Ben bu noktada, evrensel deneyimleri kavrayarak, temellük ederek kendini daha iyi kavrayabilme becerisini geliştirebilme konusunda meslek çevrelerinin ve akademik camianın ciddi bir misyon yüklenebileceğini düşünüyorum. 50 yıllık genç ve devasa bir stokla klişelerin ötesine geçerek yüzleşmek hiç de kolay olmayacak.
Aysim: Tam da bu dönem bir değişim başlayabilir belki. TOKİ'nin de farklı modeller düşünmesi, bazı kriz bölgelerine farklı şekilde müdahale etmesi söz konusu olabilir mi? Duyarlı bir sivil toplum oluşumuna da şahit oluyoruz, Aslında son dönemde Sulukule'de alternatif proje üzerine konuşulmaya başlanması, TOKİ'nin Sulukule Atölyesi'nin hazırladığı STOP projesiyle ilgilenmeye başlaması böyle bir vites değişikliğine işaret ediyor olabilir mi?
İhsan Bilgin: Klişeye saplanmamak şartıyla. Ben mahalefetlerin içinde de fazlasıyla klişe görüyorum. Klişeye saplanınca karşı olmaya çılıştığınız dünyasının içine hapsoluyorsunuz. Halbuki iyi bir muhakeme de dahil, diri bir hamlenin gündemi değiştirme gücü oluyor. Sulukule inisiyatifinin STOP projesinde ilk dikkat çekici hamlenin hak sahipliği kavramını ev sahipleri ile sınırlamayıp kiracıları da içine alacak şekilde genişletmesi olduğunu düşünüyorum.
Projenin ikinci dikkat çekici kabulü, gayrimenkulde kolektif mülkiyeti gündeme getirmesi: yani orada oturmaya devam edecek olanlara kolektif bir tasarruf hakkı öngörmesi. Eğer TOKİ ve belediyeler bu zemin üzerinde hareket edebilirlerse, İstanbul'un kentleşme tarihinin en ilginç deneylerinden birine liderlik edilmiş olunur. Bu süreç bir de piyasa normlarını aklının kenarında tutan, ama onlardan bir türlü türeyemeyen değerleri de dirilten bir mimari tasarım pratiği eşliğinde sürdürülebilirse, sadece İstanbul'un değil, dünya kentleşme ve mimarlık literatürünün kayda değer örneklerinden birine sahip oluruz... Böyle bir deneyimi tabii ki vites değişikliği olarak adlandırabiliriz...
İhsan Bilgin-Aysim Türkmen/Radikal