İnşaat sektörü ve kent planlamasındaki unsurlar!
Evrensel Gazetesi Pazar ekinde köşe yazarı olan Okay Deprem bugünkü yazısında inşaat sektöründe ve kent planlamasındaki unsurları anlattı. İşte o haber...
Gündelik hayatta en çok yüzleşmek zorunda kalınan ancak farklı boyutlarıyla bir o kadar da fazlaca tartışılamayan çetrefilli sorunların başında çarpık ve gayri insani yapılaşma geliyor. Normal koşullarda, insanoğlunun en doğal ve öncelikli gereksinimlerinden birisi olarak doğan ve gelişen yapılaşma kültürü, yerkürenin günümüz vahşi kapitalist piyasası şartlarında çoktandır, değil insan hayatını kolaylaştırmayı; çoğu yerde ve durumda onun sosyo-psişik yapısını ve en temel insani-yaşamsal haklarını sınırlama hatta ezip yok etme noktasına gelmiş bulunuyor. Öte yandan, farklı kentleşme gelenek ve tarihçeleri olan, çok değişik şehir mimarisi, planlama ve yapılaşma disiplin ve alışkanlıklarından gelen toplumlarda söz konusu durum şimdilik birbirlerinden çok ayrı sonuçlar göstermek şeklinde tezahür ediyor. Olabildiğince benzer iktisadi yapıya ve üretim ilişkilerine sahip görünen ülkelerin kentlerinde; her şeye rağmen söz konusu bağlamda tayin edici olan o ülkenin sosyo-kültürel üst yapı dinamikleri ile sivil-mimari tarihinin kuvvetliliği ve derinliği oluyor. Bu yazıda, Türkiye gibi gerçek anlamda güçlü ve uzun geçmişli, dayanıklı yapı malzemesine dayalı inşaat, sivil mimari ve kent planlaması kültürüne sahip olmayan ülkelerde inşaat ve yapılaşma kaide ve normlarının ne denli en basit rasyonel, mantıksal ve insani ilkelerden uzak olduğunu incelemeye çalışacağız.
ÇOK KATLI YAPILARIN KENT HARMONİSİNDEKİ YERİ
Türkiye'nin içinde olduğu kimi ülkelerde halkın üstünde adeta terör estirme raddesine gelmiş bulunan yapılaşma kültürsüzlüğünün öne çıkan boyutlarından birisi orantısız, çok katlı ve dev hacimli bina inşasıdır. Kentlerin ulu orta hemen hemen her köşesine son derece kontrolsüz, plansız ve düşüncesiz bir şekilde kondurulan ve de sayıları her geçen gün artan devasa yapılar; salt kendi yükselti ve enlerinden ziyade daha çok boyut, tip ve estetik ölçütler açısından çevreleriyle, etraflarındaki mevcut yapı stoku ve bulunduğu kadar hâlihazırdaki şehirleşme biçimi ile çeliştikleri ölçüde, oluşan problemin öznesi haline gelmiş oluyorlar. Yoksa ve diğer bir ifade ile bu noktadaki esas mesele, yapıların salt kendi mimari ve büyüklük karakteristikleri değildir. Şayet öyle olsaydı, 20. asrın son büyük ve esaslı mimari akımını temsil eden 50'li yılların Sovyet gökdelenlerine de karşı çıkmak icap ederdi prensip olarak. Halbuki söz konusu yapı örnekleri bütünüyle, kendilerini saran parsellerdeki konutların, yapıların mesafesine, ortalama kat yüksekliklerine, mimari/estetik özelliklerine ve toplamda bir arada oluşturdukları şehirsel armoni baz alınarak tasarımlanıp inşa edilmişlerdi.
BİNALARIN YÜKSELTİLERİNİ BELİRLEYEN KRİTERLER
Peki gerçekten de, hem konut bölgelerindeki tek tek sokak ve caddelerde olsun hem de büyük meydan ve geniş yeşil alanların belirli noktalarındaki yapıların vasıflarını belirleyecek asgari kriterler var mıdır?.. Var ise nelerdir ve neler olmalıdır?.. Öncelikle evlerin, binaların yüksekliğini belirlemesi gereken; aralarındaki arter ve yolların tam orta noktalarından yukarı doğru bakıldığında gökyüzünün yüzde kaç açı ile görülebildiği görülebileceğidir. Şüphesiz ne kadar geniş ve büyük bir açı ile görülebilirse; insan sağlığı, kişinin ruhsal yapısı ve dahası tabiat için o kadar iyi ve gereklidir. Ne var ki doğal olarak bunun da bir sınırı vardır. Sözgelimi, binaların sağlı-sollu ortalama kat sayısının 10 ile sınırlandırıldığını düşünelim ve bunların da 30 metrelik bir irtifaya tekabül ettiklerini varsayalım. Bomboş ve dümdüz bir arazide kişinin dikey olarak semayı görme açısının 180 derece olduğu ana bilgisinden hareket ettiğimizde, insanların söz konusu binaların arasındaki yol veya boşluğun herhangi bir noktasından gök kubbeyi en azından ortalama 90 derece bir açıyla görebilmeleri için, basit bir geometrik hesaplama ile yapılar arasındaki yol-kaldınm toplam genişliğinin 60 metre olması gerektiği neticesi ortaya çıkar. Bu yaklaşık genişlikten, Türkiye standartlarının çok üzerinde olan 5'er metreyi sağlı sollu olarak kaldırımlara versek bile geriye 50 metre kalmış oluyor. Hadi binaların kendi tasarrufları için de gene yatay olarak fazladan 5 + 5'den toplam 10 metre verdiğimizi hesaba katarsak geriye 40 metre kalıyor.
Söz konusu arterin gidiş geliş olduğundan hareket edersek, her bir yön için elimizde 20 metre kalmakta. Türkiye normlarında karayolu şeridinin eni 3 metre olduğundan; sonuç olarak her bir gidiş yoluna, 7 şerit gibi inanılması güç bir yol ebadı çıkıyor. Yeryüzünün hiçbir yerinde ara arterlerin bu denli geniş yapılmasının lüzumu olmadığına göre; söz konusu yaklaşık yerleşim yüksekliğinin dahi, sağlıklı, insani ve doğayla barışık medeni bir kent hayatı için bilimsel, rasyonel ve mantıksal açıdan çok fazla ve yanlış olduğu dolaysız sonucu çıkıyor.
ÇÖZÜM NE?
Şehir yaşamının organik unsurları olan insanlar, hayvanlar ve bitkilerin azami olarak güneş ışığından faydalanabilmeleri, gökyüzünü en makul açıda görebilmelerine imkân tanımak adına geriye, binaların maksimum dikey boyutlarını en azından yarı yarıya sınırlamak seçeneği kalıyor. Bu da ortalama 5 kata denk düşüyor. Bu durumda da, trotuar ve evlerin kendi kullanım alanlarını sabit tuttuğumuzda bile, gökyüzünün görüş açısının en azından aynı nispette kalabilmesi için bile, yol genişliğinin pekâlâ en azından 3 şeritte tutulabileceğini gösteriyor. Ara arterler için hayli hayli yeterli olan bu sayı, ana arter ve bulvarlarda 4 veya 5'e çıkarılır ve çıkarılmalıdır da. İşte geçen yüzyılın ortalarında, dünyanın ulaştığı en ileri, akılcı ve uygar şehircilik ilkelerine sahip Stalin dönemi Sovyetler Birliği'nin kent tasarımındaki esas prensiplerden birisi bu şekildeydi.
RENK-BİÇİM VE OYLUM...
Günümüzde ortalığı tüm hızıyla kasıp kavurmaya devam eden inşaat terörünün en tipik görünümlerinden bir diğeri de; tek tek konut, işyeri ve üretim yeri maksatlı inşa edilen yapıların, göreli mimariestetik değerlerinden bağımsız olarak, çevrelerindeki yapı stoku ve kent armonisi ile aralarında oluşan dengesizlik, tutarsızlık ve uyumsuzluktur. Bu bağlamda bugünün sözde mimarlarının ayrı ayrı bir şeye benzetmeye çalıştıkları binaların kendi başlarına mimari ve güzellik değerleri fazla bir şey etmiyor. Tek başına en estetik sayılabilecek bir bina bile, çevresindeki mevcut yapılarla renk-şekil ve hacim yönlerinden minimum düzeyde bile bir uyum oluşturmuyor ise, toplam kent estetiği ve planlaması kapsamında söz konusu yapı estetik sayılamayacak, olduğu kadarıyla mimari değeri de fazlaca bir anlama sahip olmayacaktır. Bir diğer taraftan çağımızdaki inşaat terörünün inorganik aktörleri konumundaki binaların anormal derecede ve gereksiz yere devasa dikilmelerinin ise, bireylerin tekil ve kolektif gereksinimleri ile hakiki manada uzaktan yakından bir alakası olmayıp kuşkusuz ki tamamen rant ile ilintilidir.
Okay DEPREM/Evresel Pazar