İş güvenliğinde çözüm için toplumsal mutabakat şart mı?
Ülkemizde İş Sağlığı ve Güvenliği konusuna taraf olduğu bilinen ve bu tahterevalli üzerinde duran iki değil, en az beş kurum ve kuruluştan söz edebiliriz. Bu grup şunlardan oluşuyor;
Ülkemiz iş yaşamında yıllardır kanayan birer yara olan ve bir türlü toplumsal mutabakatı sağlayamadığımız bazı konular vardır. Bu konuların tarafları zaman zaman kamuoyu önünde görüşlerini sergileme imkânı bulurlar. Kimi zaman bir konferansta, kimi zaman da kamuoyunun dikkatini çeken bir olay sonrası, televizyon programlarında tartışırlar. İlgili tarafları dinlediğimizde, çalışma hayatının barış ve iyileşmesine uygun yaklaşımlar görmekten çok, kendi görüşünü bağıra çağıra söyleyen ve çoğunlukla da herhangi bir bilimsel veya etik kurala dayanmayan diyaloglar dinliyoruz. Bu yaklaşım şekli, sorunların çözümü bir yana, daha çok düğümlenmesine ve umutların azalmasına neden oluyor. Sendikalaşma hakkı, grev ve lokavt uygulamaları, taşeronlaşma veya gelir adaletsizliği bunlardan bazıları. Listeyi uzatmak pekala mümkün, ancak bu yazının hedefi yukarda saydığımız konular yanında, her yıl binden fazla insanımızın ölmesine, on binlerce kişinin yaralanmasına ve milyarlarca dolar milli servetin yok olmasına neden olan, yanlış İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) uygulamalarını tartışmaya açmaktır. Umulur ki ‘’ölüm’’ gibi telafi edilmez sonuçları olan ve ilgili tarafl arın Allah’tan korkacakları veya kuldan utanacakları bu zeminde, toplumsal mutabakat gerektiren diğer konulara da örnek olacak bir çözüm örneği yaratılabiliriz. Bu konularda ülkemizdeki mevcut durumu tanımlarken konunun zemini olan ve algılarımızı temelden etkileyen iki kavramdan söz ederek başlamak isterim; güven ve adalet...
Güven...
Yüksek bir direğin ucunda tahterevalli gibi dengelenmiş uzun ve ince bir tahta üzerinde zorlukla durabildiğinizi hayal edin. Tıpkı bir cambaz gibi kollarınızı ve vücudunuzu hareket ettirerek dengede kalmaya çalışıyorsunuz. Üstünde durduğunuz tahtanın diğer ucunda ise, tanımadığınız başka bir kişi var. Herhangi birinizin yapacağı dengesiz bir hareket diğerinin de aşağıya düşmesine neden olacak.
Böyle bir durumda sadece kendinize güveniyor olmanız yetmez. Karşınızdakine de, en az kendiniz kadar güvenmek zorundasınız.
Ülkemizde İş Sağlığı ve Güvenliği konusuna taraf olduğu bilinen ve bu tahterevalli üzerinde duran iki değil, en az beş kurum ve kuruluştan söz edebiliriz. Benim beş kardeş dediğim bu grup şunlardan oluşuyor;
- ÇSGB (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı), Sağlık ve Adalet Bakanlıkları gibi kamu kurumları
- İşveren temsilcileri (TİSK,- TOBB..vb)
- İşçi Temsilcileri (TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, DİSK, KAMU-SEN...vb)
- İlgili meslek odaları ve STK’lar (TTB, TMMOB, İşyeri hekimleri Derneği..vb)
- İlgili fakültelerdeki akademik kadro ve sahada uygulama deneyimi olan profesyoneller..
Şimdiye kadar bu beş kardeşin değişik vesileler ile bir araya geldiğine şahitlik ettik. Ve ne yazık ki çoğunİş sağlığı ve güvenliği sorununda kalıcı çözüm için toplumsal mutabakat şart! lukla birbirlerini güvenilmez ve çözüme niyeti olmamak ile suçlar bulduk;
- Sizin gizli bir ajandanız var, açık değilsiniz,
- Hakkı hukuku kabul etmiyor ve adil davranmıyorsunuz, fakat bize baskı yapıp üstünlük sağlamaya çalışıyorsunuz,
- Kendi yetki sınırlarınızı hoyratça genişletirken, asli sorumluluklarınız yerine getirmiyorsunuz,
- Şimdiye kadar yaptığınız haksızlıkların bedelini görmezlikten gelmemizi istiyorsunuz,
İlgili tarafların sözcülerini dinlediğimde, temel bir sorun olarak, kendilerini bu alanın tek hakim unsuru olarak gördüklerini anlıyorum. Sanki bu tahterevallinin her iki tarafında sadece kendi ayakları var ve güçleri bu alanı dengelemeye yeterde artar bile. Diğerleri tali unsurlar ve İSG alanında kayda değer bir etkileri de yok... Hangi akıl ve vicdan sahibi insan yukarda saydığım beş kardeşten birini bu alanın dışına atabilir, yok sayabilir. İlgili bakanlıklardan herhangi birisini etkisiz veya yetkisiz kabul edebilirsiniz? Ayrıca bu işin icrasında birinci derecede rol alan meslek erbabını ve onun temsilcisi olan odaları devre dışı bırakmak mümkün mü? Konunun doğrudan muhatabı olan işçi ve işveren temsilcilerini görmezden gelmek akıllıca bir yol mu?
Tüm dünyada karşılıklı olarak güvenin eksik olduğu benzer durumlarda, usul olarak tarafların güvenilir bulduğu bir makam hakemlik yapar. Çözemediğimiz bir sorunla karşılaştığımızda, akıl ve vicdanına güvendiğimiz bir kişiye gidip tavsiyesini alırız. Eskisi kadar yaygın olmasa da, toplumun bazı kesimleri halen bu usulü sağlıklı bir şekilde kullanıyor. Ve çok da işe de yarıyor. Tabii ki; konuya tarafsız bakabilen, aklı ve vicdanı berrak bir makam bulunabildiği zamanlarda. Aslında sadece çalışma hayatında değil, baktığımız zaman ne kadar çok konumuz varmış..! Ve ne yazık ki ilgili tarafların güvenip, hakem olarak görebildikleri ne kadar az makam, ne kadar az insan kalmış..
Ombudsmanlar... Akil adamlar... Aydınlar... Kahramanlar...
Bir ülkenin insan kaynağının belki de en önemli kesiminden bahsediyorum. Özü sözü bir, adaleti hükümdar sayan, haksız tarafa destek olmaktan hicap eden, kendisine zararı dokunsa bile hukuka saygısı olan, hoyrat ve haksız eleştirilere aldırış etmeyen, gerekirse hapse girmekten veya bu uğurda ölmekten çekinmeyen kahramanlardan. Hani artık çok eski zamanlarda kalmış ve masal kahramanı olarak hatırladığımız şahsiyetlerden...
Bugünkü çocukların insanüstü özellikleri olan kahramanlardan değil, sıradan bir insan olarak yaşamış, çarşı pazarda gezmiş, kendi geçimi için meslek edinmiş, toplumun geneline benzer şekilde mütevazı hayatlar sürmüş ama haksızlık karşısında devleşmiş insanlardan söz ediyorum. Düşününce şöyle bir aldatmacanın, kurgunun genç nesillerin bilinçaltına işlendiğini görebiliyorum. Bu toplumda kahramanlık gerektiren bir şey yapabilmem için, olağanüstü özelliklerimin olması gerekiyor. İşin en tehlikeli yanı ise şudur; haksızlık ve adaletsizlik karşısında durduklarını söyleyen sıradan insanlara olan inanç yitirilmiş ve yalnız bırakılmışlardır. Zira neden inanayım ki. Olağan üstü yetenekleri olmayan sıradan insanlar, bu günkü düzen içinde hiç bir zaman kazanamazlar... Kaybetmeye mahkumdurlar… Ve ben de onlar ile birlikte kaybetmek istemiyorum.... Dolayısıyla gerçeği bildiğim halde, haklının değil güçlünün yanında görünmeyi tercih ederim. Oysa insanlık tarihinde büyük toplumsal mutabakatlar oluşturmuş ve bunu toplumsal harekete dönüştürmüş ulusların hepsi, sıradan insanlardan oluşuyordu ve onlarda Kriptonlu değildi. Günümüz Türkiyesinde var olan toplumsal sorunların çözümü için ombudsman arayışlarını, akil insanlar topluluğunu ve aktif düşünür- aydın özlemini çok değerli buluyorum. Bunlar halen umudun var olduğunu gösteren işaretler. Zira bu cevherlerin daha önce defalarca çıktığı topraklarda yaşıyoruz. Lügatinde ‘’umutsuzluk’’ olmayan insanlarımız var... Hem de ortam kokuştukça inadına artan sayıda..
Çorap söküğü gibi...
İster yazımın konusu olan İSG problemi, isterse sonradan sıraladığım toplumsal mutabakat gerektiren diğer konular olsun... Bunlardan herhangi birini çözmeyi başardığımızda, diğerlerini de çözebilecek temel usulleri hatırlayacağımıza ve işlerin çorap söküğü gibi hallolacağına inanıyorum. Zira bu sorunlardan herhangi birinin çözüm sürecinde edineceğimiz deneyimler ve güven ortamı, diğer sorunlar için de sağlıklı bir zemin oluşturacaktır. Aksi durumda konuları hoyratça tartışmaya devam edip ve mahkemelere veya meydanlara taşıyarak ne kadar yol alabildiğimiz belli. Bunu yıllardır deniyoruz.
Örneğin ülkemizin bu yüzyıldaki İSG tarihine baktığımız zaman, anlaşmazlıkların çözümü için her defasında mahkemelere gitmek zorunda kaldığımızı görüyoruz. Yakın tarihimizdeki bu hukuk mücadelesi 2004 yılından 2013 yılının sonuna kadar nerdeyse on yıl sürdü ve anayasa mahkemesinin en son kararı ile bir yere gelip durdu. Sürecin sonunda bu gün itibari ile, 6331 sayılı İSG yasası ve buna ilgi tutulan otuzdan fazla yönetmeliğimiz var. Ama ne tarafl ar arasında kalıcı bir barıştan ne de bu konu hakkında toplumsal mutabakattan söz etmek mümkün değil. Zira mahkeme kararları hukuku tesis edebilir ancak en azından kamu vicdanı açısından her zaman adaleti sağladığı söylenemez.
‘’Adalet Mülkün Temelidir’’
Adl sözcüğünden türeyen Adalet; Arap dilinde kısaca eşlik, uyum ve denge demektir. Adl, özü itibari ile bir sistemin parçaları arasında ölçünün ve ahengin hakim olması anlamını taşır. Tıpkı insan vücudundaki organ ve sistemlerin ortak çalışma sonucu çevreye uyum sağlaması ve iç dengeyi muhafaza etmeyi başarması gibi. Ki bu sayede insan denen varlık eksi kırk derecedeki Sibirya veya artı elli derecedeki Yemen çöllerinde yaşayabilmiş, şehirler kurabilmiştir. Şehirle birlikte medeniyet kurabilen toplumlar ise, bir ülkü etrafında toplanmayı başarmış, birbirleri ile uyumlu ve işbirliği içinde olan insanlardan oluşmuştur. Tıpkı insan vücudundaki hücreler gibi.
Hücre, doku, organ, sistem, organizma...
Benzer hücreler bir araya gelerek dokuları, ortak hareket eden dokular bir araya gelerek organları, sistem dahilinde birlikte çalışan organlar sistemleri oluşturur. Ve biz bu sistemlerin uyumlu birlikteliğine de organizma diyoruz, yani insan vücudu. Bilimin ilerlemesi ile bu gün biliyoruz ki, insan vücudundaki organların her biri eşsiz ve vazgeçilmez faaliyetlere sahiptir. Bir organın görevini başka bir organ üstlenemez. Örneğin, gözleri kör olan insanın duyması keskinleşir ama hiç bir zaman gören bir insan gibi yaşayamaz. Böbrekleri ifl as etmiş bir insan yaşayabilmek için, haftada üç gün ve saatlerce diyaliz makinesine bağlı kalmak zorundadır. Aynı şey insan vücudundaki sistemler için de geçerlidir ve kendini oluşturan tüm sistemlere tek tek ihtiyacı vardır. Ayrıca bu sistemlerin hiçbirinin, bir diğerine üstünlüğü de yoktur. Ve sindirim, sinir, solunum, dolaşım, bağışıklık sistemi sistemleri, insan organizmasının devamı için ahenkle çalışmak zorundadır.
Özetlersek insan vücudu; aynı genetik potansiyelden türemiş, farklı fonksiyonlarda özelleşmiş ve birbiri ile doğru iletişim kurup ortak amaçlar için ahenkle çalışan doku, organ ve sistemlerden oluşmuş bir organizmadır. Ve bu organizmayı birlikte ahenkle çalıştırıp ayakta tutan bazı temel kanunlar vardır;
- Bir organdaki hiçbir doku diğerinden, bir sistemdeki hiçbir organ ötekinden üstün değildir. İnsan organizmasında esas olan hiyerarşi değil, uyumdur.
- Her bir sistem, organ, doku ve hücre kendinden beklenen faaliyeti tam ve eksiksiz olarak yerine getirir. - İnsan vücudundaki hücreler, dokular, organlar ve sistemler birbirlerine yar ve yardımcıdırlar. Sorunların çözümünde birbirlerine destek olurlar.
- İnsan organizmasındaki sistemler, organlar, dokular ve tüm hücreler arasında mükemmel bir iletişim söz konusudur.
Ülke denen Organizma...
Benzetme yapacak olursak; bir organizmanın her hücresi o ülkenin eşit vatandaşları gibidir. Her bir birey kabiliyet ve eğitimine uygun olarak farklı işleri yapmak üzere özelleşirler. Ortak amaç için bir araya gelen bu kişiler, bir ürün veya hizmet üretirler. Süreçte ortaya çıkan ürün başka bir ürünün hammaddesi, verilen hizmet ise başka bir hizmetin destekçisi olabilir.
Bu ürün ve hizmetlerin üretildiği yapılardan uyumlu olanlar, bir araya gelerek şirketleri, kurumları ve kuruluşları meydana getirirler. Şirket, kurum ve kuruluşlar da bir araya gelerek holdingleri, bakanlıkları veya STK’ları oluştururlar. Benzer hedeflere ulaşmak için bir birlerine ihtiyacı olan holdingler, bakanlıklar ve STK’lar bir araya gelerek sistemli organizasyonlar oluştururlar. Böylece ülkemizin; Ekonomi, sağlık, iletişim, ulaşım, eğitim veya adalet sistemleri oluşur. Bu sistemlerin bir biri ile ahenkle çalışması ise huzurlu,sağlıklı ve dengeli bir ülkeyi meydana getirir. Aksi durumda bünye bozulur.
İnsan Hakları veya Tüketici Hakları Derneği olmadan sağlıklı şekilde işleyen bir adalet sistemi gördünüz mü? Veya ilgili meslek odaları ile bakanlıkların mahkemelik olduğu veya işçi temsilcilerinin yok sayıldığı bir ülkede, sorunsuz çalışan bir İSG sisteminden söz edilebilir misiniz?
EN GENİŞ MUTABAKAT İÇİN......
Bu yazıyı tüm bu metaforların ışığında, ülkemizin İş Sağlığı ve Güvenliği konularında toplumsal mutabakatı sağlamasına zemin oluşturacağına inandığım önerilerimi sıralayarak bitirmek istiyorum;
►Hiç bir işçi veya işveren sendikası diğerinden üstün olmadığı gibi, hiç bir meslek odası da herhangi bir bakanlıktan değersiz değildir. Bu kural ilgili yapılar içindeki departmanlar ve hatta bireyler için bile geçerlidir. Ve isminin önündeki sıfat ‘’Bakan’’, ‘’Müsteşar’’, ‘’Memur’’, ‘’Uzman’’ veya ‘’Ordinaryüs Profesör’’ olsun fark etmez.
►İlgili kurum ve kuruluşlardaki her bir kişi, kendinden beklenen faaliyeti tam ve eksiksiz olarak yerine getirmeli. Görevini yapmayan kişiler görmezlikten gelinmemelidir. Görev değişikliği gerektiğinde, liyakat esas alınmalıdır.
►Ülkedeki tüm kurum ve kuruluşlar birbirlerine yar ve yardımcı olmalı, ülkenin ali menfaati kurum veya kuruluşunkinden üstün tutulmalıdır.
►Bu ülkenin refahı ve mutluluğu için çalışan tüm yapılar arasında mükemmel ve doğru bir iletişim söz konusu olmalıdır. Her biri diğerine saygılı ve hatta sevgi ile davranmalıdır.
Bunları düşününce, bu işleri sulh ve salah ile sonuçlandırmak çok zor hatta imkansız diye düşünebilirsiniz. Ama emin olun ki, gerçek bir çözüm bulmak zorundayız. Yoksa bu ülkenin hem çalışma hayatında hem de diğer sosyal alanlarında sürdürülebilir huzur ve mutluluğu yakalamak imkânsız. Diğer durumda bir süreliğine bazıları, diğer tarafı baskı altına alabilir, kendi görüşlerini dayatabilir veya istediğini yapabilir ama ne zamana kadar?
Tarih bu türlü davranışların acı, kanlı ve gürültülü sonları ile dolu... Zira... ‘’Adalet Mülkün Temelidir’’
Dünya