23 / 12 / 2024

İsmail Coşkun: Kentsel dönüşüm ihtiyaçtır!

İsmail Coşkun: Kentsel dönüşüm ihtiyaçtır!

Prof. Dr. İsmail Coşkun: “Kentsel Dönüşüm bizatihi iyi veya kötü değildir. İyi yönetilirse herkesin yararına, kötü yönetilirse herkesin aleyhine olur. " şeklinde açıklamalarda bulundu.



Prof. Dr. İsmail Coşkun: “Kentsel Dönüşüm bizatihi iyi veya kötü değildir. İyi yönetilirse herkesin yararına, kötü yönetilirse herkesin aleyhine olur. Kentsel Dönüşüm doğru, sıhhatli, akılcı, verimli ve adil bir şekilde yönetildiğinde bütün bir toplum, kamu kazanır. Bu anlamda Kentsel Dönüşüm kesinlikle genel çıkarı, kamu çıkarını gözeterek, toplumcu bir şekilde yönetilmelidir.”


“Şehir ve toplum birbirinden ayrılmaz ve diğerini tamamlayan iki parçadır. Herhangi birinin varlığı olmadan diğeri oluşamaz.” Bu görüş, pek çok toplum bilimci tarafından dile getiriliyor ve kabul ediliyor. Ancak modernleşme, kentleşme, kent ile toplum ilişkileri hakkında daha ayrıntılı bir görüş sunabilmek için yerel tarihi, toplumu ve kültürel alanı iyi tanımak gerekiyor. Bu konularla ilgili İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Bölüm Başkanı Prof. Dr. İsmail Coşkun ile modernlik, kent, kentlilik ve Kentsel Dönüşüm üzerine konuştuk. Modernlik kavramının 1500 ile1800’lü yıllar arasında Batı Avrupa’da ortaya çıkan süreç, uygulamalar ve dönüşümün bütünü olduğunu belirten Prof. Coşkun, Avrupa’nın güç ilişkilerinde egemen konuma gelmesine bağlı olarak, modernliğin zaman içerisinde tüm dünyaya yayıldığını söylüyor. Bu tespitlerden hareketle Prof. Dr. İsmail Coşkun, bu değişimlerin eski ve yeni çağın şehirlerini de etkilediğini ifade ediyor


Şehirler değişime nasıl uyum sağlıyor? 


Kentlerin modernlikle girdiği ilişkide, toplumsal yapılar ve kültürellikler hem kendilerini üretmeye devam ediyor hem de modernleşme sürecinden geçiyor. Bu anlamda, Batı dışı toplumlar açısından modernleşme deneyimleri, hem bir direnci hem de bir yenilenmeyi içeriyor. Değişim ve modernleşme çok katmanlı olarak gerçekleşiyor. Bunların arasında teknoloji, ekonomi, pazar ilişkileri ve siyasi örgütlenme gibi çeşitli düzeyler bulunuyor. Batı dünyasındaki kentlerin dışındaki şehirler, bu ilişkilerle yüzleşmenin problemlerini yaşıyorlar. Sancılar, örselenmeler, dinamizm ve direnç, kendini üretme deneyimleri bütün bu modernleşme süreçleri ile alakalı. 


Peki, insanlar ve kentler arasındaki bağları nasıl tanımlarsınız? 


Kentin kendisi bir kaptır. Ancak bu kap da toplumsal ihtiyaçlar ve taleplerle birlikte gelişir ve şekillenir. Şehirler, yerleşik tarımın başladığı günden bu yana ortak yaşamın toplandığı yerler oldu. Bu durum ise çeşitli ihtiyaçların giderilmesi amacıyla şehirlerin gelişimini sağladı. İş bölümü, meslekler, ibadethaneler veya yönetim yerlerinin tümü toplu yaşam başladıktan sonra ortaya çıktı. Tüm bu ihtiyaçlar kenti var eder. Kent ancak insanla kenttir. Kentin kendisi mimari yapıların toplamı değildir. Tüm bunlar, toplumun ihtiyaçları ve onların yönetilmesiyle biçimlenir. Beraberindeki süreçte ise İstanbulluluk gibi bir şehre aitlik oluşuyor. 


Sıfırdan yeni bir kent kurulabilir mi? 



ŞEHİR Yeni kentler her dönem kuruldu. Ancak bunların süreklilik oluşturup oluşturmadığına bakmak gerekiyor. Tarihsel, siyasi, ekonomik, toplumsal ilişki ve ihtiyaçlarla ortaya çıkmış şehirler, farklı tarihsel ve toplumsal ilişkilerin eksen ya da ağların gelişmesine bağlı olarak geri çekilebilir, eski canlılığını kaybedebilir veya daha canlı, üretken bir şehir olarak hayatiyetini sürdürebilir. Ortak yaşama kültürü, kent kimliğini de ortaya çıkarmış oluyor. Eğer sorunuzda kenti çeperlerinin ötesinde, iletişim ve ulaşım araçlarının, teknolojinin ve çağdaş inşaat malzemesinde yaşanan değişimlerle birlikte yaşanan kentsel taşma, yayılma ve siteleşme eğilimlerine göndermede bulunuyorsanız, bu siteler yeniden kurulan şehirler olmaktan uzaktır. Yeni yaşam alanlarıdır. Ancak şehirle ilişki içerisinde anlamlarını ve hayatiyetlerini sürdürebilmekteler. Çoğu kez şehirle olan bütün ilişkilerine karşın şehir olarak adlandırılamıyorlar. Bir arkadaşım, İstanbul’un hemen çevresinde hızla ve yoğun bir gelişme içerisinde olan yeni kentsel alanların birinde (aynı zamanda yeni bir ilçe) şöyle demişti: “Burası şehir değil, burası bir otel.” İnşa edilen bir site bile belirli toplumsal ihtiyaçlar karşılığında üretiliyor. Yeni kentsel alanlar, birçok sosyo-ekonomik talep ve ihtiyaç ile birlikte ortaya çıkıyor. Şehir ile ilişki içinde bir yaşam alanına dönüşüyorlar.


Bu anlamda söz konusu yaşam alanları, siteler veya konut bölgeleri, toplumsal ilişkilere dahil olmasıyla gerçek bir yaşam alanına dönüşüyor. Günümüzün olanakları şehirlerin büyümesini sağlasa dahi bazen sadece bir “otele” de dönüşebiliyor. 


Bu bağlamda; modernleşmenin özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanların yabancılaşmasına neden olduğu değerlendirmesi yapılıyor. Dev boyutlu konutlar, şehirlerin yeni yapısı ve benzeri günümüz kent özellikleri gerçekten de insanları birbirinden uzaklaştırıyor mu? 


Hammurabi zamanında da insanlar zamanın bozulduğundan ve kıyamet alametlerinin ortaya çıktığından şikayet ederdi. Bugünlerde çok satan kitaplardan olan “Sapiens”in yazarına kulak verirsek; insanoğlu avcı toplayıcı dönemden tarım devriminin gerçekleştiği evreye sıçramayla birlikte sürekli bir yabancılaşma ve bozulma halindedir. Uygarlık, bizatihi yabancılaşma süreci olarak değerlendirilebilmektedir. Bu anlamda tarihin bir bozulma, bir yabancılaşma süreci olarak okunması, önce insanoğluna haksızlıktır. Uygarlık tecrübesine de haksızlıktır. İnsanoğlu toplum olarak yaşadığı andan itibaren sürekli olarak tabiat ve çevre ile diğer topluluk ve toplumlarla karşılaştığı sürece yeni sorunlar, yeni ihtiyaçların baskısı altında kalmıştır. Uygarlık, tam da bu sorunlar alanına insanoğlunun verdiği karşılıklar toplamıdır. Birikimidir. Bu anlamda insan tarihi, kent tarihi ve uygarlık tarihinin bir bozulma ve yabancılaşma süreci olarak okunmasına katılmıyorum. Buradan sorunuza gelirsek; endüstri devrimi sonrasında gelişen yeni ekonomi ve modern toplum, yeni toplumsal şart ve durumlara karşılık olarak yeni bir toplum, şehir, üretim, kültür örgütlenmesi geliştirmiştir. Günümüz kentleri bütün kalabalıklığı ve sıkışmışlığı ile eski birincil mahalle ve akrabalık dediğimiz daha yüz yüze ilişkilerin çözülmesini getirmiştir. Bu doğru, ancak yeni toplumsal yapılaşmalar da, yeni yaşam biçimlerini, kültürlerini ve örgütlenmeleri doğurmuştur. Kentler de mimari de bundan bağımsız kalmadı. Her kuşak yeni sorunlar, usuller ve yöntemlerle karşılaşır ve onlara yeni çözüm yolları ile araçlar geliştirirler. Böylece yeni yaşama biçimi oluştururlar. Bu anlamda eski güzeldi, yeni kötü ayrımına düşmek doğru değil. Her dönemin kendine has güzellikleri var. Nostalji ve “keşke” iyi değildir.


Geçmişin geleneksel kentleri kendi dönemlerinin modern şehirleri olarak tanımlanabilirler mi? 


Aynı şekilde günümüzün modern kentleri gelecekte geleneksel şehirler olarak mı tanımlanacaklar? Modernlik dönemi öncesinde, Roma ve Palmira gibi her açıdan kendi dönemlerindeki şehirleşmenin en güçlü örnekleri olan kentler de vardı. Ancak artık geleneksel ve modern kent ayrımı pek yapılamaz. Modern uygarlıklarla karşılaşmış ve yüzleşmiş, bu yüzleşmede ise kendi tarihselliğini modern şartlarda, usuller, araçlar ve yöntemlerle yeniden üretmeye başarmış kentler bulunuyor. Geleneksel değiller; ancak ellerindekilerini bir şekilde sürdürme çabasında olan şehirlerdir. Bu bağlamda, artık modernliğin kendi geleneksel kentlerinden bahsedebiliriz. Örneğin Paris ve Londra gibi kentler, artık 300500 yıllık tecrübeleriyle modernliğin geleneksel şehirlerine dönüştüler. 



Bu değişim sürecinde şehirler de sürekli yenileniyor ve bu tazelenme yöntemlerinden biri de Kentsel Dönüşüm... Peki, bu yenilenme neden gerekli? 


Türkiye özelinde; artan nüfus, deprem bölgesinde bulunması, binaların ömürleri nedeniyle yenilenme ihtiyaçları, yeterli olamayan şehirleşme süreçleri, ortaya çıkan toplumsal talep ve yenilenme ihtiyaçları Kentsel Dönüşüm’ü getiriyor. Belirli dönemlerde; 1950 ve 1960’larda, hatta buna rahatlıkla 1970’li yılları da ekleyebiliriz, kamu, devlet önceliği sanayileşmeye vermiş. Kaynaklar ve imkanlar sınırlı... Kente, kentsel gelişmeye, altyapıya ve planlamaya yatırım yapma imkanı, kaynakları sınırlı veya yok. Sanayinin yüksek ve yoğun emek talebi, bu dönemlerde şehirlerin hızlı bir nüfus çekmesine, hızla büyümesine yol açmış. Bu dönemde kamu öncülük edememiş. Çok da suçlamamak gerekir. Kamunun gücü, imkanları sınırlı. Halk kendi çözümünü kendi imkanları ile geliştirmiş. Bu anlamda halkın dinamizmini, çözüm strateji ve deneyimlerinin yaratıcılığını da tespit etmek gerekir. Çok gecekondu güzellemesine düşmemek gerekir; ama halkın kendi çözümlerini getirmiş olmasını önemsemek gerekir. Bu süreçte şehrin çeperinde, altyapı olmadan, plansız, yolsuz, yordamsız, susuz ve elektriksiz kocaman bir şehir alanı oluştu. Eksik, kırık dökük ama canlı, dinamik bir yaşam alanı... Şehirler, altyapı olmadan gelişmiş. Kentsel Dönüşüm, eski, yaşlı ve yorgun bu kentsel alanların yenilenmesi ile altyapının oluşturulması için fırsat sunuyor. Kentsel Dönüşüm bu tür problemleri aşmaya yönelik bir fırsattır. Kentsel Dönüşüm, bizatihi iyi veya kötü değildir. İyi yönetilirse herkesin yararına, kötü yönetilirse herkesin aleyhine olur. Kentsel Dönüşüm doğru, sıhhatli, akılcı, verimli ve adil bir şekilde yönetildiğinde bütün bir toplum, devlet ve kamu kazanır. Bu anlamda Kentsel Dönüşüm, kesinlikle genel çıkarı, kamu çıkarını gözeterek, toplumcu bir şekilde yönetilmelidir. 


Kentsel Dönüşüm’ün içerisinde bulunan insanların hayatında nasıl değişimler yaşanıyor?


Kültürellik önemlidir. Kentsel Dönüşüm’ün, yaşama alışkanlıklarının aşılmasında yardımı olur. Farkları ortadan kaldırır. Bu şekilde; çeşitli gelir gruplarındaki, dünyaya bakışı farklı olan insanlar birbirlerini tanır. Birlikte yaşamak, etkileşimi de beraberinde getirir.


TOKİ Haber 


Geri Dön