Sektörel

İstanbul'un Gelişigüzel Metodları Venedik Bienali'nde!

Mimar Alper Derinboğaz, Venedik Bienali Sergisi’nde Türkiye Pavyonu kapsamındaki sergisi ile İstanbul’un gelişimini farklı haritalardan oluşan beş rölyefle yorumlayarak, kent tarihine ve dokusuna dair güncel ve geleceğe dair okumalar sunuyor.

Geçtiğimiz Haziran ayında açılan ve 23 Kasım 2014 tarihine kadar izlenebilecek olan Venedik Bienali 14. Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde, İKSV’nin katkıları, Murat Tabanlıoğlu’nun küratörlüğü ve Pelin Derviş’in proje koordinatörüğünde hayata geçen “Hafıza Mekanları” adlı proje kapsamında sergilenen “Gelişigüzelin Metodları”, Mimar Alper Derinboğaz’ın “İstanbul’un katmanlaşmasını Taksim’den Levent’e uzanan sırtın yamaçları boyunca toplumsal ve fiziki eşikler, ekonomik gelişmeler ve hafızanın izleri üzerinden okumak için yeni bir yöntem sunuyor ve İstanbul’un kentselleşme macerasının evrimsel karakterinin kodlarını çözmek için cesur bir girişim sergiliyor.” (1)


Alper Derinboğaz’ın, temeli İstanbul’un kent merkezinin hareketi ve geçtiğimiz yüzyılda bu hareketin topografyayla diyaloğu üzerine okumalara dayalı olan işlerinde, İstanbul'un “Yeditepe” lakabını almasına sebep olan özgün coğrafyasının, geçmişte dönemin en önemli yapılarının hangi bölgelere kurulacağını tayin ettiği gibi, bugün de günümüz plazalarının, iş merkezlerinin nasıl ve nerede yer alacağını belirlediğini vurguluyor.


Kent merkezinin, 100 sene öncesinin ticaret alanı Karaköy’den başlayarak, Taksim ve bugünün ‘merkezi iş alanı’ (MİA) olarak nitelendirilen Büyükdere hattına kadar olan bölgedeki seyahatini kendi özgün diliyle anlatan Derinboğaz, haritalama sayesinde ayrıştırdığı katmanları hikayelere, hikayeleri de 5 adet rölyefe dönüştürmüş.


Sergide yer alan “Bir Aktör Olarak Topografya I ve II” adlı ilk iki rölyefte topografyanın kentin üst ölçeğindeki ve de sosyal katmanların konumlanmasındaki belirleyici rolünü ele alan Alper Derinboğaz, bölgede yaptığı analizi şu sözlerle aktarıyor: “Kentin iş merkezinin 1875’te Tünel Metrosu’nun açılışıyla Asmalımescit’e oradan da “Grand Rue de Pera” ya da bildiğimiz adıyla “İstiklal Caddesi”ne kaymasına şahit oluyoruz. Bu sırt boyunca uzanan cadde ise etrafında kuzey, güney, tepe üstü ve tepe altı ayrımlarıyla, küçük burjuvadan soylulara kadar kimin nerede yer alacağını neredeyse planlanmış gibi tayin ediyor. Ardından aynı durumun 2000’de metronun açılmasıyla Levent’te de oluştuğunu görüyoruz. Büyükdere yeni iş merkezi oluyor, çok çeşitli sosyal guruplar bu ana cadde etrafında güneyi, kuzeyi ve caddeye yakınlığı ile aynı şekilde organize oluyor.”


Sergideki üçüncü rölyef olan “Yeni Komşular”da ise Levent bölgesindeki komşuluklar irdeleniyor. Alper Derinboğaz’ın yorumuna göre bu bölge, plazalar, “Levent Villaları” olarak anılan müstakil konutlar, gecekonduardan devşirme kat karşılığı apartmanlar ve beyaz yakalılara ev sahipliği yapan rezidanslar gibi, normal şartlarda bir arada olması söz konusu olamayacak komşuları bir araya getirmiş durumda.


PASTANIN ÜZERİNDEKİ ÇİLEK…


Sergideki ilk üç rölyef İstanbul’da altyapının ve mülkiyet ilişkilerinin topografya tarafından nasıl yönetildiğini deşifre edip, kronolojik bir dizi ortaya koyarken, diğer rölyefler olan “İç İçe Arsalar” ve “Topografik Koridorlar” ise İstanbul’un kentsel dokusunda gizli olan bu kuvvetlerin kentin gelecekteki gelişimine nasıl rehberlik edeceğine dair spekülasyonlarda bulunuyor.


Alper Derinboğaz’ın “Gelişigüzelin Metodları” sergisinde mercek altına aldığı Büyükdere bölgesi ile ilgili yorumları ise şöyle: “Levent-Gültepe Bölgesi sonderece belirsiz ve son zamanlarda şekillenmiş bir kent parçası. Bildiğimiz türden gerçek anlamda bir planlama süreci söz konusu olmadığında, burada gerçekten ne olup bittiğini anlamak çok güç. Bununla ilişkili olarak bu karmaşık anları anlamak için süreç dokularını inceledim. Bugünün geçmiş kavramını takip ederek, mevcut parçalanmış durumun altında neler olduğunun izlerini sürmeye çalıştım. Bu durumlara sebep olan ve pek çok şeyin dönüşmesini sağlayan, topografyadan sosyal değerlere ya da siyasi manevralara uzanan pek çok farklı katman var. Bu izleri takip ettikçe mimarlardan, politikacılardan ya da kent plancılarından söz etmeye gerek bile kalmıyor. Perspektifinizi değiştirerek bunların ardında neler yattığına bakabilirsiniz, topografya, altyapı ve dinamik kenti şekillendiren diğer tüm faktörlere odaklanabilirsiniz. Aynı faktörleri bir araya getirince kentin kendisi bir aktör haline geliyor.”


Her biri 250 x 250 x 18 cm boyutlarındaki, poliüretan malzemeden CNC kesimle oluşturulmuş beş ayrı rölyeften ve 3,15 dakika uzunluğunda bir video yerleştirmeden oluşan sergideki işleriyle İstanbul’un son dönemde ‘gelişigüzel’ veya ‘plansız’ olarak nitelendirilen kentsel gelişimine iyimser bir açıdan bakan Derinboğaz, “Yaşadığımız bu gelişigüzelliğin aslında bir metodu var”, diye vurguluyor ve ekliyor: “İstanbul kendi gelişimini tasarlıyor ve bize eşi benzeri görülmemiş bir ‘pasta’ sunuyor; bize düşense o ‘pasta’nın üzerindeki ‘çileği’ yememek…”


Gelişigüzelin Metodları, kurucusu olduğu Salon Architects bünyesinde mimarlık, iç mimarlık ve kentsel planlama alanlarında yenilikçi projelere imza atan Mimar Alper Derinboğaz’ın kamusal alan odaklı, mimarlıkla sanatı kesiştiren ilk sergi çalışması değil. 2011 yılında gerçekleşen İstanbul Tasarım Bienali kapsamındaki Augmented Structures projesinde, dünyada ilk kez dijital medyayı mimari malzemenin bir parçası olarak kullanan Derinboğaz, İstiklal Caddesi’ndeki ses kayıtlarından türetilmiş bilgi görselleştirmesinden yola çıkarak Yapı Kredi Kültür Merkezi binası üzerine bölgedeki çeşitliliği ifade eden geçirgen bir mimari cephe tasarlamıştı. Alper Derinboğaz, 2011 yılında British Council sponsorluğunda, sanatçı Andreas Fogerasi ile birlikte hayata geçirdiği “Panorama” isimli projesinde ise İstanbul'da manzara hakkının belli bir tekelde ve para karşılığında olmasını eleştiren, kentin özgün coğrafyasının getirdiği çeşitliliği herkesin demokratik olarak deneyimleyememesini konu alan farklı bir çalışmaya imza atmıştı.