Eğitim

Şehrin uzağındaki plazada çalışanın İstanbul'u neye benzer?

Şehrin uzağındaki bir sitede oturup, şehrin uzağındaki bir plazada çalışan birinin gerçekteki İstanbul'u neye benzer?

İşyeri otoban ve siteler arasında akıp giden hayatların imgesel olanla ilişkisi kaç dakikadır? ‘Burada bulunmanın hiçbir insani nedeni yok; hep birlikte bir kalabalık oluşturmanın verdiği coşku (esrime) dışında.'

20. yüzyılın en önemli kuramcılarından Baudrillard'ın New York için yaptığı bu tespit, İstanbul için de geçerli olmalı. ‘Simülasyon Kuramı'nı geliştiren düşünürün, İstanbul'un çevresinde bir anda mısır patlağı gibi görünüveren, farklı ‘konseptlerde' aynı yaşam biçimini dayatan çok katlı siteleri ilginç bulması sürpriz olmazdı. Baudrillard bu projeleri ‘Kusursuz Cinayet' kitabında kullanmayı düşünür müydü bilemeyeceğiz ama, özellikle İstanbul ‘temalı' olanlar ilgisini çekerdi herhalde. İstanbul'da yaşamayan okuyucular için açıklayalım: İstanbul'un merkezine uzak ilçelerde, şehrin merkezinin küçük bir modelini andıran, boğazı ve onu çevreleyen yalıları, semtleri  canlandıran meta-nostaljik projeler bunlar. Meta-nostaljikler çünkü nostaljinin referanslarının yitirildiği bir yerdeler artık. Bu halde ancak nostaljinin kendisine duyulan bir nostalji ile ilişkililer. Öte yandan bahsettiğimiz sitelerin tümü ‘yeni orta sınıfın' gerektirdiği standartlar dahilinde korunaklı, konforlu ve planlı. Gazetelerin İstanbul baskılarında ilanlarını sıkça görebilirsiniz. Aklınızdaki İstanbul imgesi ile örtüşebildikleri oranda göz alıcı, o imgeye inandığınız ölçüde  yaratıcılar.

Peki gerçekte aklınızdaki imge (hayalinizdeki İstanbul), gerçeği ile ne kadar örtüşmektedir? Soruyu başka şekilde soralım, içinde yaşadığınız İstanbul ile içinde yaşadığınızı sandığınız İstanbul arasındaki ilişki ne ölçüde nesneldir?

Doğaya uyumlu İstanbul
Bir uydu harita programından bakıldığında -hiç değilse antropolojik manada- tutarlıdır insanın bu nehir denizin etrafındaki varlığı. İstanbul insan ile doğanın en uyumlu olabileceği spotlardan biridir. Ancak bulunduğunuz mesafeden görüntüyü biraz yakına sardığınızda, boğazın iki yanını süsleyen ormanların içinde birer bıçak yarası gibi duran kuralsız çirkin yapılaşma belirecektir. Sonrası kendiliğinden gelir: boğazın içinde pervasızca yol alan demir yığını tankerler, futuristik  bir kibir içinde iki yakayı birbirine bağlamaya yeltenen beton yollar, bununla yetinmeyip iki kıtayı birbirine yapıştırmak istercesine baskılayan insan yerleşim havzaları. Monitörün başından kalkıp şehrin içine doğru yürüdüğünüzde ise daha çarpıcı bir algı-gerçeklikle karşılaşırsınız: Kentin imgesi ile kentte sürüp giden yaşam arasında en ufak bir bağ bulunmamaktadır.

İstanbul tarihi ve kültürel nitelikleri kamufle edilmiş, doğal güzelliği ise akıl almayacak bir hızla dönüştürülen bir kapitalizm mıntıkasıdır aslında. Uzunca bir süre önce küresel hakim sistemin fazla da zorlanmadan ele geçirdiği bir alt sisteme dönüşmüştür. Her şeyden önce sınırsızdır, korunaksızdır, kentsel özellikleri yitip gitmiş, parçalanmıştır. Baudrillard'ın New York için söylediği gibi “iç içe yaşamanın neden olduğu bir elektriklenme” dışında bir bağlantısı olmayan insanların iç içe yaşadığı bir hiperkentten başkası değildir.  Mekanistik amaçlar dışında nedensizdir.  Bu halde, çok az bir kısmının haricinde, insanların İstanbul'da yaşamalarının tek nedeni başkasının mümkün olduğuna inanmamalarıdır artık. Bu durumda birbirlerinden çekinerek, birbirlerini çekindirerek yaşamaları kaçınılmazdır. Öte yandan küresel  kapitalizmin bundan daha iyi bir insan girdisine ihtiyacı olamaz herhalde. Bütün meselesi ilkin hayatta kalmak, ardından daha çok satın almak olan bir topluluk, bu arsız bitkinin köklerine en uygun toprağı oluşturur.

Bu halde belleğimizde yer etmiş İstanbul imgesi gerçekte ne kadar gerçektir? İçine düştüğümüz tuhaf yaşam biçimini kabullenebilmek için kurduğumuz bir hayal, bir kaçış mekanizması olabilir mi? Halihazırda İstanbul'da yaşayan insanlar, İstanbul'un ait olduğu tarihsel, toplumsal, kültürel ve ekonomik süreç ile oldukça sınırlı bir ilişki içindedirler. Fiziksel manada hele, İstanbul imgesi ile büsbütün ilintisizdirler. Şehrin uzağındaki bir sitede oturup, şehrin uzağındaki bir plazada çalışan birinin gerçekteki İstanbul'u neye benzer? İşyeri otoban ve siteler arasında akıp giden hayatların imgesel olanla ilişkisi kaç dakikadır?

Böyle bir çözümlemeye gidildiğinde merkez imgesinin periferideki temsiline duyulan özlem özellikle dikkat çekici. Periferideki beyaz yakaların belleğindeki merkez imgesinin, merkezin dışında farklı farklı şekillerde biteviye yeniden kurgulanması, merkeze ortak olma ya da merkezin gücünü azımsama dürtüsü olarak da okunabilir. Sinik bir perspektiften, merkezle dalga geçmektir bu. Bu durumda varlığı sorgulanmakta olan merkez imgesi bir kez daha hafifler, ‘hiper-reel' durum iyice kendini gösterir: Birbirlerini üreten gerçek ile simülasyon arasında neredeyse bir fark kalmaz.

Kent ve pazarlama
Bu kurguların buzdağının görünür kısmındaki yaratıcıları inşaat sektörü vizyonerleri (müteahhitler / mimarlar) ve reklamcılar olmalı. Günümüz itibarıyla ekonomik ve sosyal statüleri sürekli dönüşen, merkez imgesini hem oluşturan  hem tüketen kesimden gelen insanlar yani. Merkez dışındaki demografik yapıyı pazarlama raporları üzerinden okuyarak, işlevsel kökenli yeni yaşam alanları talebine, merkez kostümlü yapay kültürel giydirmelerle kestirmeden  karşılık verebilirler. Bu halde içlerinde yaşanabilen tematik parklar tasarlamalarında bir
sakınca yoktur. İletişim mecralarında bu projelerin aynı zamanda çeşitli yüksek teknolojik çözümlerle (konforlarla) donatıldığını, çevre korumacı ve sürdürülebilir projeler olduklarını duyarız. Ancak esas önerilen ‘premium' bir yaşamın anahtarı, otantik merkez deneyimidir. Gerçekte varlığı sorgulanır bir imgenin parçası/tüketeni olma önerisi, ev-iş arası mekik dokumakla meşgul kitlelerin (beyaz yaka emekçilerinin) kimlik ve aidiyet arayışlarına tastamam karşılık gelir.

İkonik yapılar
Şüphesiz bahsettiğimiz durum sadece İstanbul için geçerli değil. Dünyaya baktığımızda ABD'deki ilk planlı kitlesel banliyö yerleşim projesi olan Levittown'dan bu yana hararetle evrilen benzeri gelişmelere şahit oluyoruz. Bugün iştahlı yatırımcı-yıldız mimar işbirliğiyle vücut bulan ve siyasi sınır tanımayan küresel projeler, doğal olarak geniş bir çeşitlilik gösteriyor, ancak hepsinin temelinde bazılarının Bilbao sendromu olarak da adlandırdığı ortak bir mekanizma çalışıyor: Yerkürenin özellikle gelişmekte olan kentlerine tepeden inme ikonik yapıların monte edilmesi. Bunun sonucunda yerel ekonominin canlanması ve söz konusu kentin küresel gündeme uyum sağlaması bekleniyor. Bu öngörü özellikle ‘vinvin' zırvasına uygundur, görünürde bu işten herkes kazanır: kentin insanları, yerel yönetimler, ve tabii yatırımcılar ve mimarlar. Acıklı olan, jeo-politik nedenlerden -henüz- küresel kapitalizmin bereketli toprakları olamamış, yerelliğinde izole olmuş yüzlerce başka kentin de
bu sihirli dönüşüm değneğinin kaderlerine değmesini beklemesidir.

Yakın geçmişte Dubai için önerilen ‘the generic city' (jenerik şehir) kavramından yola çıkan Waterfront City projesi, özünde Manhattan benzeri bir adanın Dubai'de gerçekleştirilmesini uygun bulmuştu.

Bu yaklaşımlar kamusal iletişimlerini genellikle keskin analizlere, ayrıntılı yerel bağlamlandırma çalışmalarına ve sarsılmaz görünen teorik jargonlara dayandırıyorlar. Ancak, her ne kadar düşünsel/deneysel önermeleri sofistike olsa da, son kertede bu tür projelerin en büyük riski, kentleri  seçkin ya da kitlesel tematik parklara indirgemesidir.

Yeni yaşam alanlarının, Dubai gibi dönüştürülecek kültürel zemini olmayan coğrafyalarda ister istemez küresel kültür kaynaklarından beslenerek kurgulandığını görüyoruz. İstanbul vakasında farklı olan ise (ki istisnai de olsa küresel iddiası bulunan projeler söz konusudur:  Kartal ve Küçükçekmece kentsel dönüşüm projesi gibi) şehrin bu zamana kadar özellikle kendi imgesini türetmeyi tercih etmesidir. Kendilerine sunulan yaşam modelini sorgulama organları körleşen topluluklar bu işleyişle barışıktır. Merkez imgesinin yağmalanmasına merkezin yalnız kendileri için tecelli etmesi halinde gayet razı bir kitleden bahsediyoruz.  Bu insanların bir tür periferi beyliğinin koruması altında minyatür bir İstanbul içinde yaşam sürdürmeyi yeğlemeleri normaldir. Peki aklımızdaki İstanbul imgesini bundan böyle hep tepeden inme periferi projeler üzerinden mi besleyeceğiz? Eğer böyle olacaksa referansları yitirilmiş bir kentin imgesine halen neden ihtiyaç duyuyoruz ki? Daha iyisini hayal etmek ve geri dönmek imkansız olduğu için mi?
Radikal/Kaan Benli- Ali Cindoruk