Sur ile Toledo'nun dönüşüm projeleri arasında benzerlik var mı?
Taraf Gazetesi köşe yazarı olan Korhan Gümüş bugünkü köşe yazısında Diyarbakır Sur'un Toledo benzetmesini değerlendirdi. Gümüş, Toledo benzetmesinin arkasındaki sorunları anlattı. İşte o yazı...
“Diyarbakır Sur’u öyle inşa edeceğiz ki aynen Toledo gibi mimari dokusuyla herkesin görmek istediği bir yer hâline gelecek.” Bir akademisyen olduğunun altını her fırsatta çizen Ahmet Davutoğlu’nun sözleri bunlar. Toledo da nereden çıktı, diyebilirsiniz. Önce hakkını vermek lazım: Davutoğlu’nun örnek gösterdiği Toledo İspanya’nın 17 özerk bölgesinden birinin başşehri. İspanya iç savaşında faşistlerin muhasara altına aldığı, bombaladığı bir şehir. Davutoğlu acaba Toledo’nun neyini örnek olarak gösterdi? Özerk bir yönetimin olmasını mı? Yoksa faşist Franco kuvvetlerine karşı direnişini mi?
Gafını fark ettiğinde ise “Hayır, ben şehrin Endülüs geçmişini kast ettim” diyor. Hayalindeki “ortaçağ İslam şehri” ile TOKİ aracılığıyla müteahhitlere yaptırılan bir kentsel dönüşüm projesinin nasıl bir alakası olabilir? Bir tiyatro dekoru gibi inşa edilmesi planlanan Sur ile olsa olsa Sulukule, Süleymaniye, Ayvansaray… gibi kentsel dönüşüm projeleri arasında bir benzerlik olabilir, ama bir hafıza kazıma deneyimi olarak. Bu idealin gerçekleşmesi için önce UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki tarihî bir yerleşim dokusunun ağır silahlarla imha edilmesi, insani ilişkilerinin kazınması ve sonra TOKİ eliyle yeniden inşası gerekiyor!
Bir eski bakan (Mehdi Eker) iki yıl önce Diyarbekir projesini anlatmıştı, bir toplantıda. Göçlerle büyüyen bugünkü şehir kendi ideallerini yansıtmıyormuş, bu yüzden yeniden inşa edilmesi gerekiyormuş! Anlaşılan milli devletin çekim alanına giren elit şehre rutin bir mutenalaştırıcı yöntemle yaklaşıyor ve ister istemez asıl sorunu örtecek psikolojik bir telafi mekanizması geliştiriyor.
Davutoğlu’nun Diyarbekir hayalinde var olma hakkı tanınanlar yalnızca temsil edilmesine izin verilenler. Bu nedenle de şehrin kendi örgütlenmesinin, mantığının şiddetle bastırılması, imha edilmesi gerekiyor.
“Çarpık şehirleşme yüzünden güvenlik kuvvetleri zaman kaybediyor. Örgüt çarpık şehirleşmeyi avantaj olarak kullanıyor. Tank, toma gibi araçlar sokak aralarına giremiyorlar. Ordu birlikleri ara sokaklara dağılmak zorunda kalıyor.” (Bunları televizyonda söyleyen bir güvenlik uzmanı.) Paris Komünü sonrası iktidarı ele geçiren 3. Napolyon (Louis-Napoléon), 1850’lerde tıpa tıp aynı şeyi söylüyor, seçimle gelmiş ilk cumhurbaşkanıyken darbe yapıp diktatör olmadan önce. Bir yazımda Viollet-le-Duc’ten söz etmiştim, modern şehirlerin ortaçağ dokusu üzerine kurulduğunu, sokak düzenlerinin değişmesi için felaketlerin rol oynadığını söyleyen, hazırladığı mimarlık ansiklopedisinde. Sanki 19. yüzyıl ortalarında Paris ve Avrupa başkentlerinde süren bir tartışmanın içindeyiz.
Yüzyılın başında Napolyon (Napoléon Bonaparte) sömürgeleştirmek istediği Mısır’da bu yöntemi uygulamaya çalışmıştı. Ordusunun yanına iliştirdiği uzmanları ile güya yerel tarihe sahip çıkmıştı. “Mısır’ı büyük bir aşkla sevdiğini, onlara tarihteki büyük imparatorluğun ihtişamını geri vereceğini” söylerken arkasında gizlediği kendi idealini, otokratik sömürge yönetimini dayatmak istiyordu. Sonuçta İngilizler yerel eliti de yanlarına alarak daha esnek bir sömürgeleştirme yöntemi uyguladılar. Ancak bu sürecin nihayetinde aynı sömürgeleştirme tekniklerini öğrenmesi ile kozmopolit yapıyı berhava eden bir milli elit ortaya çıktı.
Bu tarihlerde Avrupa’da önemli tartışmalar yaşanıyor. Örneğin 19. yüzyılın tanınmış ansiklopedicisi, eğitimcisi Quatremère De Quincy biçimleri tıpa tıp aynı olsa da “tip” ile –ondan hareketle yapılan– “model”in birbirinden farklı olduğunu söyler. “Tip” ile kast edilen belli bir çevrede aklımıza insani üretim olarak ne geliyorsa tekrarlanması, bir imgenin yeniden üretimidir. Ancak bu imge, “tip” hiyerarşik bir sembolik düzen içinde, basit bir tekrar değildir. De Quincy bu iki kavram ile, geleneksel ile modernin nasıl ayrıştığını (ve aynı zamanda da nasıl birbirinin yerine geçebildiklerini) göstermeye çalışır. Birincisi, hiyerarşik olmayan, merkezsiz, eşitlikçi bir imgenin yeniden üretimidir. İkincisi ise bir kurgunun (modelin) şiddetle dayatılmasıdır. Biçimleri birbirinin aynısı olsa da, De Quincy üretim tarzlarının tamamen tersi olduğuna işaret ediyor, Davutoğlu gibi bir kafa karışıklığı yaşamak yerine.
19. yüzyılda bir taraftan milliyetçi akımlar gelişirken, vatandaşlık üretimi ve kimliklerin tasarlanması için eğitim programları, okullar, kültür ve sanat kurumları oluşturuldu. Modern siyaset rejiminin ideolojileri bu imgeleri “temsil edilen”e dönüştürdü. Bu imgeleri, yerel gelenekleri, kültürleri nesneleştirdi. Milli devletlerin çoğu böylesine bir kurgu üzerine kuruldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti İslamcılık ve Osmanlıcılık, Cumhuriyet de Türklüküzerinden kamusal alanı tanımlamaya çalıştı. Başlangıçta henüz şehirler ilişki ağlarını, insani değerlerini kaybetmemişti. Bu yüzden toplumları tasarlama idealleri etrafında şekillenen devlet kurumları şehirleri denetlemekten, gelirlerine el koymaktan öte bir işleve sahip değildi. Ancak bu tasarım idealleri sürekli krizler yarattı. Yıkımlara ve savaşlara yol açtı. Küçük bir elitin ayrıcalık elde etmesinden ve halkın şiddet görmesinden başka bir işe yaramadı.
Ancak dünya bu hayallerden ibaret değil. Dünya tarihi toplulukları tasarlama idealleri kadar, onların yarattığı krizlerle, felaketlerle baş etmeyi öğrenen toplumsal dinamiklerin tarihi. Hukuk rejimleri böyle bir düzen üzerine değil, otoriter kapitalizmin tasarım ideallerinin sorgulanması ile gerçekleşti. Türkiye’nin sorunu ise bugün sanki vahşi kapitalizmin başına, 19. yüzyıldaki neo-klasik düzene geri dönmüş gibi olması. Soru şu: Biz bu sorunu sürekli yaşamaya mecbur muyuz?
Korhan GÜMÜŞ/Taraf