Genel

Tasarımda fabrikaya dönüş!

Konuttan ofise, restorandan otele, mağazadan eğlence alanlarına, pek çok bina türünde rastladığımız endüstriyel mekân tasarımları, farklı çizgileriyle yaygınlaşıyor.

TOKİ Dergi’deki habere göre, Yüksek tavanlı, brüt beton yüzeylerin, duvarlardaki tuğla dokusunun, taşıyıcı sistemin ve hatta tesisat borularının açıkta bırakıldığı; boyasız, kimi zaman sıvasız, kaplamasız, gri ve siyah rengin hâkim olduğu; arada tuğlanın kızıllığı ve ahşabın sıcaklığıyla harmanlanan iç mekânlar... 50’ti, 60’lı ve 70’li yıllarda altın çağını yaşayan brütalizmle birlikte endüstriyel etkiler taşıyan mekân tasarımları yaygınlaşmaya başlıyor. 1960’larda eski depo, atölye ya da fabrikalardan dönüştürülen New York Manhattan’daki loftların popülerlik kazanmasıyla birlikte, beton, tuğla, çelik ve makine parçaları gibi endüstriyel unsurlar, yaşadığımız mekânlarda bazen kaplama malzemesi bazen mobilya veya aksesuar olarak karşımıza çıkıyor.

Andy Warhol’un 1962 yılında doğu Manhattan 47’nci caddede eski bir binanın 5’inci katında kurduğu ve “The Factory” yani “Fabrika”adını verdiği stüdyosu bu yeni akım için dönüm noktası oluyor. Warhol’un yıllık sadece yüz dolar ödediği, duvarlarını alüminyum folyo, ayna ve gümüş rengi boyalarla kapladığı stüdyoyla birlikte eski üretim bölgesinin bir sanat merkezine dönüşmesi hızlanıyor. Böylece eski yapı ve mekânlar yeniden kullanılmaya ve dolayısıyla korunmaya başlıyor.

ENDÜSTRİYEL TARZ

Beton yüzeyler, açıkta ve sadece boyalı olarak bulunan strüktürel çelik elemanlar, dolu tuğladan yapılmış duvarlar endüstriyel tarzın en belirgin tasarım unsurları olarak öne çıkıyor. Tasarımdaki bu yeni akımla birlikte, beton ve tuğla duvarlar ana mekânsal tasarım elemanlarını oluştururken, tesisat boruları, makine dişlileri aksesuara dönüşüyor; eski objeler farklı işlevler kazandırılarak mobilya olarak kullanılıyor. Başlangıçta dönüştürülen mekânlardaki mevcut yapı elemanları kullanırken, sonraları bu tarzda tasarlanmış yeni yapılar ve iç mekânlar da görülmeye başlanıyor. Brüt beton yüzeyler ağırlık kazanıyor. Yapılan imalatlar, yüzeylerine herhangi bir sıva, boya ya da kaplama malzemesi gelmeyeceği için çok daha iyi ve titiz bir işçilik gerektiriyor. Yine, bu tarzın yaygınlaşmasıyla birlikte özel olarak üretilen mimari tasarım elemanları ve aksesuarlar karşımıza çıkıyor.

Endüstriyel tarzda tasarım artık, konutlardan ofis mekânlarına, restoranlardan otel odalarına, sanat galerilerinden mağaza ve eğlence mekânlarına çok daha yaygın kullanılıyor. Artık her mekânda, herhangi bir strüktürel koşul olmaksızın istenilen endüstriyel etki yaratılabiliyor.

BETON, AHŞAP, DERİ VE TEKSTİL ÜRÜNLERİ

Endüstriyel tarz iç mekân tasarımlarında kullanılan aksesuar ve mobilyalarda ahşap, deri ve tekstil ürünlerine rastlanıyor. Beton saksı ve sehpalar, ahşap demiryolu traverslerinden veya ahşap paletlerden yapılmış mobilyalar, galvaniz su borularından yapılmış kitap rafları ya da tuğladan yapılmış masa ayaklarına pek çok mekânda rastlamak mümkün. Tekstil ürünleri de mekânı sıcaklaştıran önemli bir tasarım unsuru olarak sıklıkla kullanılıyor. Ahşap, gerek zeminde döşeme kaplama malzemesi olarak, gerekse mobilya ve aksesuarlarda tercih ediliyor.

IŞIĞIN GÜCÜ

Endüstriyel izler taşıyan mekânlarda dokuyu yansıtan en önemli tasarım unsurlardan biri ışık etkisi ve dolayısıyla aydınlatma tasarımı. Dönüştürülen bazı mekânlar, sahip olduğu büyük pencereleriyle doğal ışıktan faydalanırken; yüksekte ve küçük pencereleri bulunan atölyelerde yapay ışık kaynaklarının kullanımı büyük önem taşıyor. Mekânda bulunan soğuk ve gri tonlarındaki yüzeylerde, fonksiyona ve tasarımına uygun tarz ve renkteki ışık kaynaklarıyla, istenilen mekân algısı sağlanıyor.

ÇİMENTO FABRİKASINDAN LA FÂBRİCA’YA...

iç mekân ölçeğinden bina ölçeğine geçtiğimizde baş döndürücü boyutlarla karşılaşıyoruz. Özellikle Avrupa’da brütalist etkiyle tasarlanmış endüstriyel tarzda pek çok örnek görüyoruz. Bunların arasında yine bir “Fabrika” karşımıza çıkıyor. Bu seferki İspanyol mimar Ricardo Bofill’in “La Fâbrica”sı... Bofill’in 1973 yılında, Barcelona’nın dışında bir tepede keşfettiği terk edilmiş bir çimento fabrikası, bugün özgün ve endüstriyel tasarımıyla “La Fâbrica” adını taşıyan sürrealist bir yapıya dönüşüyor, 1’inci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen bir çimento fabrikası olan bu yapı, mimar Ricardc Bofill tarafından keşfedildikten sonra inanılmaz bir değişime uğruyor ve Bofill’in “La Fâbrica”sı günümüzde hâlen konut stüdyo ve galeri olarak kullanılmaya devam ediyor. Dönüştürülen mekânlar içerisinde bir klasik olarak adlandırabileceğimiz La Fâbrica, Bofill ve ekibi tarafından süregelen bir i olarak görülüyor. Bofill, brütalizmden sürrealizme uzanan bu bitmeyen evrimi, kendi yaşamına ve yaratıcı vizyonun benzetiyor.

Ev ve ofis olarak tasarlanan yapıda; yüksek duvarlar, güçlü beton yüzeyler, kapılarla bölünmeyen özgür ve rahat mekânlar ön planda yer alıyor. Büyük açıklıklar ve yükse tavanlar olduğu gibi korunuyor. Çelik, metal, ahşap ve cam ise iç mekânlarla uyum sağlayan malzemeler olarak kullanılıyor. Yapı ile doğa arasındaki sınır, büyük cam yüzeyler şeffaflaştırılırken; yeşil öğelerle siliniyor. Dış mekânda okaliptüsler, palmiyeler ve zeytin ağaçları dikkat çekiyor. Yeşil yapıyı âdeta sarıp sarmalıyor.

Sona ermemesiyle eşsizliğini koruyan La Fâbrica için mim Ricardo Bofill, hayatın, burada hiç durmayan bir gidişat içinde sürüp gittiğini söylüyor. Mimari bir görsel şölen sun La Fâbrica, endüstriyel tarzın ve modern mimarinin en güzel örneklerinden biri olarak mimarlık tarihindeki yerini alıyor.

 

Yüksek Mimar Pelin Sürmeli