Betonun doğru kullanımı nasıl olmalı?
Milliyet gazetesi yazarı Sinan Genim, bugünkü yazısında beton kullanımını kaleme aldı. İşte Genim'in o yazısı...
Milliyet gazetesi yazarı Sinan Genim, bugünkü yazısında beton kullanımını kaleme aldı. İşte Genim'in o yazısı...
Betonu kullanmayı beceremiyorsak, suç malzemede ve onu bilinçsizce kullanan insanımızda değil!
Bir dönem yalnızca geçmişin siyasi oluşumunu reddetmekle kalmamış, mimari beğeni ve becerisini de reddetmek durumunda kalmışız. Ne zaman ki eğitimin, aydınlanmanın fazilet olduğu düşüncesi yaygınlaşırsa çözüme de o zaman ulaşacağımızı unutmamamız lazım
Modern Cumhuriyet’in kuruluşu gerçekte çok az ulusun başarabileceği bir hamledir. Yüz yılı aşkın süre bir türlü beceremediğimiz atılımı modern Cumhuriyet’in kurucuları başarmış, çağdaş devrimleri yapmışlar. Ama her devrimin kendinden önceki kurumlarla ilgisini kestiğini, onları reddettiğini görürüz. Bu bir dönem için doğrudur. Geçmişin yanlışları yoksa niçin devrime gerek görülmüştür? Halka devrimi kabul ettirmek için bir dönem geçmişi reddetmek gerekebilir. Ama sonra geçmişi doğru değerlendirmek gerekir. Uzun zaman sıkıntı çekilmesine karşın çok doğru bir iş yapıldığı açıktır. İçine kapanmış bir millet, yeniden dünya sahnesinde rol almak için kendine çekidüzen vermiştir.
Geçmişi reddetmek...
Daha önce Fransız Devrimi’nde sonra Mao’nun Kültür Devrimi’nde gördüğümüz geçmişi ret davranışı, giderek milletleri köksüz bir toplum haline getirmekte ve büyük sıkıntılara neden olmaktadır.
“... Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün muvafakati alınmadıkça hiçbir cami, mescit ve vakfa ait ve diğer binaların ve alakadar en yüksek makamın muvafatı munzam olmadıkça Vakıftan hariç idarelere ait eski eserlerin de hiçbir sebep ve bahane ile işgaline veya yıkımına meydan verilmemesini son defa olarak tamimen tebliğ ve talep ederim...” 10 Ağustos 1936’da Başvekil İsmet İnönü böyle bir emriname yayımlamak zorunda kalmıştır. Anlaşılan daha önce de benzer uyarılar yapılmıştır ki “son defa” ifadesini kullanmıştır. Bir dönem geçmişin bize ait olmadığı konusunda yaygın bir kanı vardı. Hatta aydınlarımız bile geçmişi reddetmekte yarışıyordu.
Yasak çözüm değil
Jason Goodwin, şimdilerde sahip çıkmaya çalıştığımız geçmişimiz için “Ufukların Efendisi Osmanlılar” isimli kitabının giriş bölümünde;
“... Bu kitap, mevcud olmayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı’ sözcüğü bir yer tanımlamaz. Günümüzde Osmanlıca konuşan yoktur. Sadece birkaç profesör onların şiirini anlar. 1964’de Sofya’da yapılan bir şiir sempozyumunda, bazı kişiler klasik Osmanlı şiirini tanıtmasını istediklerinde, bir Türk şair ters bir şekilde, ‘Bizim klasiğimiz yoktur’ diye yanıt vermişti...” demekte. Geçmişini reddeden bir ulusun, nasıl bir gelecek oluşturabileceği düşünülmesi gereken bir konudur. Bir dönem yalnızca geçmişin siyasi oluşumunu reddetmekle kalmamış, onun her türlü kültür ürününü ve mimarisini de reddetmek durumunda kalmışız. Şimdi betonu kullanmayı becemiyorsak, suç malzemenin ve onu bilinçsizce kullanan insanımızın değil, insanımıza bir malzemeyi doğru dürüst kullanma becerisini kazandıramayan aydınlarımızın, bürokratlarımızın ve yöneticilerimizindir. Yasaklama çözüm değildir, çözüm toplumun eğitimi, ona bilgi ve beceri kazandırma için yapılan çalışmadadır.
Emek gerekiyor
İnsanlığın varoluşundan beri bunca yasaklama ve cezaya karşın suç işlenmektedir. Antik Çağ’dan beri bazı düşünürler suçun yasaklama ve cezalandırmayla çözülemeyeceğini, esas olanın eğitim olduğunu dile getirmektedirler. Ülkemizde hemen her şeyin yasaklama veya cezalandırmayla çözüleceği konusunda yaygın bir inanç vardır. Ne zaman ki okumanın, eğitimin, aydınlanmanın fazilet olduğu yaygınlaşırsa çözüme o zaman ulaşacağımızı unutmamamız; çağdaş bir toplum olmak için emek harcamamız gerekiyor.
‘Koruma kurulları 12 Eylül’den kalma’
Son zamanlarda artan bir hızla belediyeler yetki alanları içindeki pek çok konuyu, sayıları ülke bütününde 30’u aşan Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na taşımakta ve kurul onayı istemektedir. Bu taleplerin artışına bakarak, neredeyse ülkemizin tamamında, imar ve iskân faaliyetlerini denetleyen ve ona yön veren yeni bir kurumun oluştuğunu söyleyebiliriz. Yıllarca süren çalışmayla oluşan planlar, iki mimar, iki şehirci, bir arkeolog, bir sanat tarihçisi ve bir hukukçudan oluşan bu kurul tarafından onaylanmakta veya reddedilmektedir. Her incelemenin hüsnüniyetle yapıldığını kabul etsek de zaman zaman olumsuz bazı taleplerin plana katıldığı durumlar da kamuoyuna intikal etmektedir. Koruma kuruluna talebin bu oranda büyümesinin bir nedeni de imar ve iskân konusunda karar veren makamların kendilerini korumaya alma kaygısıdır.
İptali yıllar alıyor
Çünkü 21 Temmuz 1983 tarih ve 2863 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu”nun 17.6.1987 tarih ve 3386 sayılı kanun ile değiştirilen 61. Maddesi gereğince; “Kamu kurum ve kuruluşları ve belediyeler ile gerçek ve tüzel kişiler, Koruma Yüksek Kurulu ile Koruma Bölge Kurulu kararlarına uymak zorundadır.” Sanırım Şark kurnazlığı denen bu olmalı, hemen her idare ve onay makamı sonucu ne olursa olsun sorumluluk altına girmemek için her konuyu koruma bölge kurulu onayına sunmak istemekte, soruyla karşılaştığında ise “Ne yapayım koruma kurulu kararına uymak zorundayım” müdafaasını yapmaktadır. Koruma bölge kurulu kararlarına ancak idare mahkemesinde itiraz edilebildiği için de yapılan işlemin iptali yıllar almaktadır.
Buraya nasıl geldik?
Sayıları 30’u aşan bu kurulları ülkemize hediye eden 12 Eylül yönetimidir. Daha önceleri sit alanları ve korunması gerekli taşınmaz kültür varlıklarıyla ilgili konular 2 Temmuz 1951 tarih ve 5805 sayılı kanunla kurulan “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu” tarafından karara bağlanmaktaydı. 21 bilim insanından oluşan bu kurul, özerk bir kuruluştu. Bazı kuruluş temsilcileri dışında üyelerini kendi seçerdi, hatta 1960 öncesi kararlarına karşı yargı yolu kapalıydı. Nereden nereye geldiğimizi anlatabilmek için rahmetli hocam Prof. Behçet Ünsal’ın bir anısını aktarmak isterim; 1950’lerin ortasına doğru merkezi hükümet, İstanbul’un imarı için radikal kararlar almaya başlar. İstanbul’da yapılmakta olan bazı uygulamalar, Yüksek Kurul’un itirazına neden olur. Hükümet ile Yüksek Kurul arasındaki anlaşmazlık büyür, devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, hükümet ile Yüksek Kurul’u uzlaştırmak için Küçüksu Kasrı’nda bir davet verir ve hükümet ile kurul konuları yüz yüze tartışırlar. Hükümet ile tartışabilen bir kuruldan belediye icraatlarını yasallaştıran bir kuruma nasıl geldik, anlayabilmiş değilim.
‘İmar yetkisi belediyelerden alınmalı’
Bunca tespit ve eleştiriden sonra bundan böyle neler yapabiliriz diye sormak gerekiyor? Öncelikle hâlen yürürlükte olan imar planlarıyla hiçbir şey yapılamayacağını, bütün bu planların Prof. Olsner’in daha 1943’te söylediği gibi imha edilmesi gerektiğini artık anlamamız gerekir. İmar ve iskân yetkisi belediyelerden alınmalı ve pek çok ülkede olduğu gibi “Kent Mimarı” denilen bağımsız ve sorumlu bir kişinin başında bulunduğu bir kuruluşa verilmelidir. Benzer bir teşebbüs, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’nın imarı için yapılmış, 24 Mayıs 1928 tarih ve 1351 sayılı “Ankara Şehri İmar Müdiriyeti Teşkilat ve Vezaifine Dair Kanun” yürürlüğe girmiştir. 1929 ve 1930 tarihli kanunlarla da desteklenen Ankara İmar Müdürlüğü’nün bağımsızlığın getirdiği olanaklarla yaratmaya çalıştığı Ankara, bazı kişilerin menfaat ve beklentilerine cevap vermediği için 1937 tarihli kanunla Ankara Belediyesi’ne bağlanır ve sonra herkes politik baskıyla istediğini yapma özgürlüğüne kavuşur. Sonuçta Atatürk’ün yaptırdığı “Jansen Planı” bir kenara bırakılarak bugünkü Ankara oluşur.
Bağımsız ofisler
Proje onay ve denetimleri de belediyelerin yetki alanından çıkarılmalı ve bağımsız, noter benzeri bürolara veya kent mimarlığı ofislerine tevdi edilmelidir. Zaten son zamanlarda denetim bürosu furyası var. Az sayıda yapı yapanı, çok sayıda insan sözde denetlemeye çalışmaktadır. İstanbul, Ankara, İzmir ve daha birkaç büyük şehrimizin merkez alanları dışında kalan bölgelerde isteyen istediğini yapmaktadır. İşin gereği zaten de öyle olması gerekir, nüfusu milyona yaklaşan bazı alanlarda mülkiyet sorunu ve imar yasağı vardır. Ama insanlar yapı yapmaya devam etmektedir. Daha önceleri başını sokacak, tek katlı, minimum büyüklükte yapı yapmaya çalışanlar, yasağın uygulama şansı olmadığını gördükçe, üç-beş katlı, çift daireli, asansörlü gecekondular yapmaya başlamıştır. Bugün büyük şehirlerimizin çevresi bu tür yapılarla çevrilidir. Nüfusumuzun büyük bölümü doğru yapılmış yapılarda değil, her yasaklamaya karşı alelacele yapılmış yapılarda yaşamaktadır. Bu yerleşmeler otoriteden izin alınmadan veya kerhen verilmiş onaylarla teşekkül ettiğinden, altyapı gibi çağdaş bir şehir için gerekli alanlardan da yoksundur. Deprem bu insanların en büyük korkusu haline gelmiştir.
Afetlere açık yapılar
İmar ve iskân ile ilgili sorunlarımız çok büyük problemler içermektedir. Kaçak olan pek çok yapı, yapım tekniğindeki sorunlar yüzünden kısa sürede eskimiş, deprem gibi afetlere açık hale dönüşmüştür. Bugünkü kanun ve kurallarla bu olumsuzluğa çözüm bulmak imkânsızdır. Yeni yöntemleri deneme vakti gelip geçmektedir. Alelacele yaptığımız işler, çözüm üretmekten çok yeni sorunlar yaratmaktadır. İş işten geçmeden aklı ön planda tutan, hırsıza, uğursuza prim vermeyen çözümler üretmeye mecburuz.