Mekan düzelirse şehir kendiliğinden düzelir!
Sanayileşmenin başlamasından itibaren kentler de hızla büyümeye başladı. Akademisyen Süreyya Su da insan odaklı bir mimarlığı değil, yaratanın emanetini bozmayıp, güzelleştirme kaygısı güden varlık odaklı bir mimarlığı savunuyor…
TOKİ Dergi’deki habere göre; Sanayileşmenin başlamasından itibaren kentler de nitelik değiştirerek hızla büyümeye başladı. Feodal kale kentlerinden sanayi kentlerine bir dönüşüm yaşandı, ilginç bir şekilde sürecin başlamasına neden olan dinamikler neredeyse hiç değişmedi. İngiltere’de tekstil sanayisinin gelişmesiyle artan hammadde yani, yün ihtiyacı, koyunlara otlak alan açmayı öncelikli hale getirdi. Sanayi burjuvazisi yönetime baskı yaparak bir toprak reformu gerçekleştirdi. Çitleme denen hadise oldu. Böylece köylüler yüzyıllardır ekip biçtikleri toprakların işgalcisi konumuna geldiler. Toprakların yeni sahipleri olan burjuvazi, ağır vergilerle köylüleri topraklarını bırakıp göçmeye zorladı.
Nihayet tarımla geçinen bir sürü köylü toprağından oldu ve yeni oluşan sanayi kentlerine göç ettiler. Fabrikalarda zor koşullarda ücretli işe talip oldular. Olmayanlar da şehirlerde suç, hırsızlık, illegal işlere yöneldi. Bugün de benzer şekilde işliyor süreç. Tarımı sanayileştiremeyince geleneksel usulle geçinemeyen köylü, şehirlerdeki hizmet sektöründe ucuz iş gücüne dönüşmeye razı oluyor ve kentlere göçüyor. Ama hizmet sektörü sanıldığı gibi üretim sektörü kadar çok istihdam olanağı barındırmıyor.
Modern şehir koşulları ile postmodern şehir koşulları çok farklı. Kol emeğinin yerini, yüksek teknoloji, otomatizasyon, robo-tikleşme alıyor. Bilişim alanı da yüksek kalifiyede bilişsel emek istiyor. Tüm bu koşullar mekânları çok parçalı bir hale sokuyor. Ve neticede, gecekondu ile plazaların yan yana olduğu manzara ortaya çıkıyor.
Modern zamanlarda şehir planlama daha iyi işliyordu. Birbirlerini dik kesen çizgilerle geometrik bir şehir planı hayatın da geometrik bir uyum içinde örgütlenmesini ve işleyişini sağlıyordu. Tabi bu hayatı monotonlaştıran ve hatta baskılayan bir
model ve günümüzün postmodern mimarlık anlayışı buna karşı olarak kendini konumlandırıyor.
Postmodern dönemde ise kentte kaotik bir durum var ve bu sorunları giderek daha girift hale getiriyor. Mekânın yer-siz-yurtsuzlaşması, göçebe ilişkiler gibi nosyonlar, düzensizlik içinde bir düzen, kaos içinde bir kozmos olduğunu reddetmiyor. İstanbul’a baktığımda modernden de post-modernden de uzak, neredeyse devasa bir yok-yer görünüyor.
Şehir, doğası gereği başkasıyla buluşmayı sağlayan bir mekândır kendi başına. Mesele şehrin merhametli veya zalim olmasında değil, şehrin doğasının bozulmuş olmasında. Şehir, Platon’da da Farabi’de de bir düzen yeridir. Önce mekân düzenlenir; mekândaki düzen insanlar arası ilişkilere ve topluma yansır. Mekân etik bir şekilde tasarlanırsa insanlar arası ilişkiler de etik temelli olur ve nezaket, saygı büyür. Bugünkü sorun şehrin taşradaki karşılığının büyük bir köy gibi, merkezlerdeki karşılığının ise distopik bir alan gibi olmasıdır. Mekânı düzenleyebilirsek şehrin doğası kendiliğinden düzelir.
Turgut Cansever, bir LeCorbusier veya LouisKahn kadar önemli bilge bir mimar. Ama açıkçası onun mimarlık düşüncesi ile ilişkimizin araçsal ve dolayısıyla yüzeysel olduğunu düşünüyorum. Cansever, derin bir felsefi düşünceye sahiptir. O yüzden onun düşüncesinden bir mimarlık ve şehircilik pratiği çıkarmak için aynı felsefi derinliğe sahip olmamız gerekir.
Bu bağlamda Cansever insan odaklı bir mimarlığı değil, yaratanın emanetini bozmayıp, güzelleştirme kaygısı güden varlık odaklı bir mimarlığı savunur. Yani doğrudan hümanist değil, onto-teolojik bir bakışı vardır. Ve bence de ancak böyle bir bakışla yaratıcıya, âleme, doğaya ve diğer varlıklara karşı sorumluluk temelli bir ilişki kurabiliriz.
SÜREYYA SU / AKADEMİSYEN