Mimarlar neleri bilmeli?
Sokakta ve global şirketlerde öğrendikleri, Genel Sekreter Can Uysal’ın Nişantaşı Üniversitesi’ni gerçek işe odaklamasını sağlıyor.
Fourtune Dergisi'nden Kerem Özdemir'in haberine göre, sokakta ve global şirketlerde öğrendikleri, Genel Sekreter Can Uysal’ın Nişantaşı Üniversitesi’ni gerçek işe odaklamasını sağlıyor.
Jackie Chan’ın Passepartout karakteriyle başrolünü oynadığı 2004 yapımı 80 Günde Devrialem filminde Steve Coogan -filmdeki Phileas Fogg karakteri- Londra Kulübü ile dünyanın çevresinin 80 günde dolaşılabileceğinin bahsine girer. Fogg’un bütün servetini riske ettiği bahsin karşılığı kulübün başkanlığıdır. Bilim adamı Fogg ile her sorunu çözmeden alışılmadık ve esnek çözümler geliştirmeyi bilen Passepartout’nun hikayesi, ihtiyaçları karşılamak için klişeleri bir kenara bırakarak hareket etmeye odaklanan akışı ile günümüzün startuplarının hikayesini anlatan bir kutsal kitap tadında. Ezber bozma sonunda Fogg’un Londra Kulübü’nün başkanlığını almasını sağlayan başarısı ile taçlanıyor.
Nişantaşı Üniversitesi Genel Sekreteri Can Uysal ile Zorlu Center’daki Morini’de sohbete başlayınca aklıma yakın zamanda tekrar izlediğim bu film geldi. Uysal, “Üniversiteden mezun olan insanların istihdam problemi var. İş bulmak için işverenle doğru iletişimi kurması lazım. Bunun yolu da işverene bir fayda sağlaması lazım” diyor. Bu sadece Jackie Chan filmdeki profilinin net bir tanımlamasını sunmakla kalmıyor; aynı zamanda üniversite eğitimini kapitalizm çağının işleri tanımladığı biçime uygun tanımlamasını da veriyor. “Adam para veriyorsa, bunun karşılığında bir şey alması lazım” şeklindeki bu tanımlama, ilk anda bilimin uhrevi boyutuna saygısızlık gibi görünse de aslında çok değerli bir ezber bozuculuk. Floransa’da kurulan ilk modern üniversitenin gelişen deniz ticaretinin gerektirdiği deniz ticaret hukukunu şekillendirme vizyonuna paralel düşünürsek, bu sözleri söylemekte ne kadar geç kaldığımızı hesaplamamız gerekiyor. Bu gecikme matbaayı ya da sanayi devrimlerini adapte etmedeki gecikmemiz kadar önem taşıyor.
Odasında yüksek sesle konuşarak ne yapılabileceğini düşünen Uysal’ın vardığı sonuç şu oluyor: spesifik bir insan kaynağı yaratmak hem işvereni daha çok tatmin etmeyi hem de daha yüksek ücret almayı sağlar. Uysal odadan çıkıp “spesifik” sözcüğünün altını doldurmak için sahaya indiğinde ilk olarak modacıların kapısını çalıyor. Burada aldığı yanıt ilgi çekici: Moda dünyasından insanlar, herkesin stilist olmak istediğini ancak bunları kalıba dökmek için gerekli kalıpçılar tarafında eksik olduğunu söylüyor. Uysal “Herkes stilist olmayı kafaya takmış, çiziyor ama bunları kalıba oturtacak adam yok. Kalıpçıları da alt insan olarak görüyorlar. Halbuki biz 3 bin lira maaş veriyoruz” yanıtını alınca “kalıpçı olmak için ne gerekiyor” diye soruyor ve Gerber diye bir program kullanmaları gerektiğini öğreniyor.
Bu geribeslemeyi aldıktan sonra kuruluş aşamasına geçiliyor. Türkiye’de Gerber’in iki distribütörü olduğu öğreniliyor ve bunlardan lisans alınarak bir Gerber Laboratuarı kuruluyor. Uysal “O kadar atla deve bir yatırım değil. 20-30 bilgisayar ve programın 20-30 bin dolarlar civarındaki lisans bedeli gerekti. Bir de doğru bir eğitmen gerekiyor ki, onun da saat ücreti 200-250 liralar civarında. Totale vurduğunuzda biz, 150-200 bin dolara bütün mezunlarımıza çok rahat iş bulabileceğimiz bir laboratuar kurmuş olduk. Bütün çocuklar iki senelik öğrenimin ardından mezun olduklarında 3 bin 500- 4 bin lira maaşla işe başladılar” diye anlatıyor. Bu, okulun adının otomatik olarak bir anda patlamasını sağlıyor. Uluslararası literatürde “University on Demand” olarak adlandırılabilecek bu model, üniversitenin üretimin değer zincirinin içine girip bir tedarikçi halini alması sayesinde devrimsel özelliğe sahip. Bu örneğin başka alanlara da uygulanabilmesi, Nişantaşı Üniversitesi’nin kolayca ölçek kazanmasını sağlıyor.
Uysal, “Aynı soruyu mimarlık konusunda sormak için Ali Ağaoğlu’na gittim. Çok da samimiyetimiz var. ‘Ağabey sizde mimarların ne bilmesi gerekiyor’ dedim. Bir program adı verdi, döndük onun laboratuvarını kurduk. Bu laboratuvarda kendi çalışanlarını da geliştirecek eğitimler verelim; sizin de akademiniz gibi çalışalım dedik. Para da istemedik. Tek derdimiz, beğendiği öğrenciyi staja kabul etmesi ve burada da beğenirse işe alması” diyor.
Aynı yaklaşım, Sheraton’ın şefine “sana nasıl bir yamak gerekiyor” sorusunu sormayı da sağlıyor. İki yıllık aşçılık ve dört yıllık gastronomi bölümleri bulunan Nişantaşı Üniversitesi, dört yıllığa dikey geçiş imkanı ile bu alanda ihtiyaç duyulacak işgücünü sağlayacak sistemi oluşturmuş durumda. Bunu yaparken Sheraton’daki mutfağın aynısı üniversiteye de kurulmuş. Uysal, “Bu sayede çocuk Cuma günü mezun oluyor, cumartesi kepini atıyor, pazartesi işe başlıyor. Bundan güzeli mi var” diyor. Belirli şeyleri aşarak bir noktaya gelen şefler, öğretmek için davet edildiklerinde hem onore oluyorlar hem de geldikleri noktada bildiklerini paylaşmaktan zevk alıyorlar.
Uysal, “Ben şunu gördüm. Belirli bir yaştan sonra sende olan şeyleri paylaşmak ve bir fayda sağlamak istiyorsun. Biz sektörün profesyonellerini böyle yansıtmak istiyoruz. Turkcell’den de, Türk Hava Yolları’ndan da, NTV’den de Ağaoğlu’ndan da bizde ders veren hoca var. İşi yaşayan kişilerin ders vermesi akademi tarafında sağlanamayacak bir pratik birikimin öğrencilere aktarılmasını sağlıyor. Teorisini de bilsin ama bu tür profesyonellerle süslediğinizde iş çok farklı yerlere gidiyor” şeklinde konuşuyor.
Profesyonellerle etkileşim, diğer bir yanıyla parlak öğrencilerin de dikkat çekmesini sağlıyor. Bu öğrencilerin de göze girmek için daha dikkat çekici işler yapmasını ve kendilerini daha fazla göstermeye çalışmasını sağlıyor. Bu önemsenme duygusu, profesyonel tarafında da performansı yükseltiyor. Uysal, “İletişim… İletişim… İletişim… Tamamen bunun peşindeyiz” diyor.
İster iletişim ister etkileşim olarak adlandırılsın, sistemin kalbindeki bu model işliyor. Üstelik bu, şans eseri ortaya çıkmış bir sonuç da değil. Can Uysal’ın babası, Stuttgart Üniversitesi’nde dokuz yıl boyunca kürsü yönetmiş bir akademisyen.
Porsche, Daimler ve Bosch markalarını çıkaran Stuttgart, 2016’da ziyaret ettiğimde 57 bin euroluk kişi başına gelir ile Almanya’nın en yüksek refah seviyesine sahip şehri olarak anlatılmıştı. Şehir merkezinde yeni yapılan lüks binada daire fiyatının 1 milyon Euro olduğunu söyleyen rehberimiz, iş merkezine yakınlığın bu fiyatı makulleştirdiğini kaydetmişti. Nişantaşı Üniversitesi’nin DNA’sında, Stuttgart’ın bu iş birikiminin yansımalarını görmek mümkün ancak daha fazlası var.
Uysal, “Babamızın anısına bir üniversite kurma niyetimiz vardı ama işin içine girince Türkiye’deki kalkınma probleminin ağırlıklı olarak eğitimsizlikten kaynaklandığını çok net gördük. Her geçen gün daha teoriğe giden bir eğitim var ancak insanlar uygulama yaptıkça öğreniyor. Bir de aranan insan yaratamıyoruz” diyor.
Meslek yüksekokulunda bu yöntemlerle aranan insan yaratılırken fakültede dört yıllık öğretimin son yarıyılında öğrenci dışarıya kanalize edilerek fark yaratılıyor. “Öğrencilere sekizinci yarıyılda seni burada görmek istemiyoruz” şeklinde konuşan Uysal, “Öğrenci ekonomi okuyorsa, bir şirketin finans departmanına gidip sosyal sorumluluk projesi veya para kazandıran bir proje yaparak fayda sağlamasını istiyoruz. Bunu o servisin şefiyle birlikte gelip bana anlat. Ben buna inanırsam seni mezun ederim; inanmazsam etmem” diyerek bunu açıklıyor. Galatasaray Üniversitesi’nin sadece mühendislik fakültesinde uyguladığı bu modeli eski Rektör Prof. Dr. Ethem Tolga’dan ofisinde dinledikten sonra bu modeli bütün fakültelere yaygınlaştırdığı bir modeli kuruyor. Ücret talep edilmeyen bu uygulama, öğrencinin şirket içinde nasıl giyinip nasıl davranacağını öğrenmesi kadar işe alımda avantajlı hale gelmesini de sağlıyor. Basit gibi görünse de bunlar –ve özellikle faydayı gösterme tarafı- çocuklar ileride üst pozisyonlar için headhunter’larla görüştüklerinde de karşılarına çıkacak konular.
Uysal, “Ben çocuklara bunların tüyolarını da veriyorum. Sabah herkesten 15-20 dakika erken işe gidin. Güvenliklerle ve çaycı ablayla sohbet edin. Sekizinci dönemin başında bunun seminerini verip çocuğu gönderiyorum” diyor. Babasını kaybettiği 12 yaşından beri sokaklarda kitap satarak veya başka işler yaparak hayatını sürdüren Uysal, “Ben bunları yaşadım. Benim hayata tutunabilmek için böyle bir çabam var. Mecbur kaldım biraz da… Tabii ki ağabeyim var, akrabalarım var ama gurum her şeyden daha yüksek” diyor. Ancak Uysal’ın bütün deneyimi bundan ibaret değil. Ünsal’ın Türkiye’de Index Grup’ta Erol Bilecik’in yanında çalıştıktan sonra Almanya’da HP’de ve Atina’da Dell’de çalışırken öğrendiklerinin de bu tüyolarda payı var.
“HP’ye gittiğimde master yapmış; çok iyi İngilizce ve Almanca bilen; ve biraz da akustik gitar çalıyordum. Ama Avrupa’nın iyi eğitim görmüş gençleri karşısında her şeyim eksikti. Aynı departmanda çalıştığım bir hanımefendi, altı dil biliyor ve piyano, keman, viyolonsel çalıyordu. Adapte olabilmek ve kendimi gösterebilmek için insanlarla doğru iletişimi kurmam gerekiyordu” diyor. Bunun sonucu Uysal’ın ben bu plazanın nasıl muhtarı haline gelirim diye düşünüp kendisini buna göre şekillendirmesi olmuş. Bir süre sonra “Can’a ne iş versen yapıyor, çok iyi takip ediyor. Ekstra projeler yapıyor” kimliği oluşmuş ve Uysal, bir Amerikan şirketinde görülmedik biçimde iki yılda üç terfi almış. Türkiye’de bunu yapmanın karşılığının “bu adam neyin peşinde” ile “mesai mi istiyor” arasında farklı alternatifleri olduğunu söyleyip gülüyoruz. Ancak Uysal sadece bizimle gülmüyor. Onu üniversitede gençlerle langırt oynayıp gülerken de gülmeniz mümkün. Belirli bir yaştan sonra fayda yaratmak isteyen insan tiplemesinin iyi bir örneği olan Uysal, “Hakkını yemek istemem Erol Ağabey çok kral adamdır. Onun yanında İzmir’de bölgede depoda, teknik serviste, muhasebede ve satışta çalışıp her şeyi yaptım. Bimeks’te dünya tatlısı Burak Akgiray ile çalışıp 27 mağaza kurdum. Ama bu benim şansım” diyor.
80 Günde Devrialem’de saat farkının kazandırdığı bir günün Fogg’a bahsi kazandırması gibi bir şans bu. Londra Kulübü’nün başkanlığını devralmak için ise biraz daha çalışmak gerekiyor. Uysal, buna hazır olduğunu gizlemiyor.