New York'ta yeni binalar yükseliyor!
NY yaklaşan seçimleri konuşuyor, sokakları insan almıyor. Her yerde bir yenilik, bir heyecan. Ama asıl şaşırtıcı olan kentin hızla değişmesi, yenilenmesi. Bütün şehir yıkılıyor, yeni binalar yapılıyor.
Sabah Gazetesi köşe yazarı olan Hasan Bülent Kahraman bugünkü yazısında New York'taki yenilenmeyi anlattı. İşte o yazı....
Hiç böyle bir NY yolculuğu yapmamıştım. Sabah 07.00'da İstanbul'dan havalandık. Buraya gene 3 Mayıs günü, sabah saat 10.30'da indik. Havaalanında fazla oyalanmadık. Her şey değişiyor. 30 yılı aşkın süredir geçtiğim pasaport işlemleri artık elektronikleşmiş. Umarım hayatı daha kolaylaştırır. İlk şok: otel odasında pencere yok, en fazla 4 metre kare. Kalmak olanaksız. Yeni otel aradım. Zaman israfı bunların hepsi. Hava soğuk, yağışlı, hepsinden beteri, rüzgarlı. NY'ta her şeye dayanılır, rüzgara dayanılmaz. Hemen Chelsea'ye gittim. Malum Frieze haftası. Hem çok iyi sergiler var hem de galerilerin bazıları yeni sergilerine hazırlandığı için kapalı. Bu Chelsea galerileri bir ömürdür. Devasa mekanlar. Sadece kendileri olarak bile etkiliyor insanı. Onun dışında pek öyle beni etkileyen, iyi ki gördüm, kaçırsaydım üzülürdüm dediğim bir sergi olmadı. Açılacakları bekliyorum. NY yaklaşan seçimleri konuşuyor, sokakları insan almıyor, her yerde bir yenilik, heyecan. Ama hepsinden şaşırtıcı olanı kentin akla sığmayacak bir hızla değişmesi, yenilenmesi. Tıpkı İstanbul gibi, bütün şehir baştan aşağı yıkılıyor. İnanılmayacak bir şey ama, eski taş binalar bile gidiyor, yerlerine cam kaplı binalar geliyor.
Fuar, sanat ve operanın delisi
Sabahleyin bir kahvaltıya gittim. Artık böyle: toplantı demek ya kahvaltı ya yemek anlamına geliyor. Cafe Petrossian! Eski Rus kahvesi. Şaşırtıcı ama gerçekten de insanların, şu NY şehrinde erkenden, çiğ somon balığıyla havyar yediğini gördüm. Neyse ki, benim için kahvaltı demek olan çörekler, 'muffin'ler, asıl 'scone'lar çok güzeldi. Derken yeni otele taşındık, bavulları atıp çıktık. Öğleden sonra büyük gün: Frieze NY! Zamanında hapishane olan bina şimdi sergi mekanı. Önceki yıllar 42. Cadde'nin bittiği yerden motora biniyorduk. Bu yıl 90. Cadde'den kaldırıyorlar. Güzel şey NY'un farklı yerlerinden suya erişmek. Fuarın hiçbir pırıltısı yoktu. Bildiğimiz isimler, bir başka, çoğu zaman aynı yapıtlarıyla büyük galerilerde arz-ı endam ediyor. Çarpıcı, yeni, dikkat çekici o kadar az şey var ki!... Büyük sanatçılardan yapıt alıp koleksiyon yapanların uğrak yeri bu fuarlar. Tek tek sanatçıların sergilendiği bölüm biraz daha ferah. Hiç değilse insan yeni bir isim görüyor. Frieze NY zaten küçük bir fuar. Hatta lokal bir fuar. Büyük çoğunluğu katılımcıların, NY galerileri. Fiyatlar değişken ama ekonominin iyi olmadığı besbelli. Galeriler de kendilerine çeki düzen veriyorlar. Akşam oldu: Opera! Hiç görmediğim kadar çok opera var Met'te. La Bohem var, Othello var, Electra var. Yakınlarda ölen Patrice Chareau'nun sahnelemesi olduğundan Electra'yı görmek istedim. Çok yenilikçi bir şey bekliyordum, hayal kırıklığı. Zaten zor bir operadır, Strauss'un yapıtı, büsbütün durgun buldum. Halbuki, metin çeki taşı gibidir. Öyle olmasa Jung, meşhur Elektra kompleksini kurabilir miydi?
Yeni Müze yeni sanat
Yeni müze: New Museum. Bütün müze tarihini, anlayışını değiştiren kurum. Üç sergi var, üç katta: Nicole Eisenman, Beatriz Santiago Munoz, Andra Ursuta. Munoz'a bir şey diyemem, fakat diğer ikisini sevdim. Ursuta'nın sergisi Alpler adını taşıyor, o da güzel mekana devasa işler yerleştirmiş. NY'un bir lezzeti de bu, Chelsea galerilerine girince karşılaşılan o devasa mekanlar bu tür işlere dere tepe izin veriyor. Eisenman, çok hoş resimler yapmış. 'Allegori' zaten sergisinin teması. Bunu önemsiyorum. Artık dünyada ironi, allegori, hümor yok. Varsa yoksa garip bir dramatik ve trajik! Müthiş tüketici bir şey bu. O trajiğe alıştığımız için de bu yöne açılan hiçbir şeyi benimseyemiyoruz. Fuarı gezerken de aynı şeyi düşündüm. Resim bugünkü dünyada nerede duruyor? Cevabım çok açık: literer/edebi, öykü anlatan resmi seviyoruz. Etkilendiğim resimler var elbette. Aman aman değil elbette ama Walton Ford'un işleri dikkatimi çekti. Ya da Bob Thompson. Fakat ne ifade eder? Son kertede uydurma, baştan savma, yalancı, yapay olsa bile bugünün dilini kullanan yapıtlarda başka bir boyut ve duyarlılık buluyorum.
SOHO: her dem taze
NADA fuarına gittim. Oh, dünya varmış. Genç, yeni, heyecanlı, hırslı sanat. Küçük galeriler. Her şey taze ve ferah. Birçok yeni iş gördüm, birçok yeni isim. Hepsi de güçlü. Türkiye bunları tanımalı. 'Blue chip' galerilerle işimiz olmaz. Öyle bir koleksiyoner kitlesi, öyle bir sermaye de yok. Koleksiyonerlerin de sanat dünyasının da bu sanatçılarla karşılaşması gerekiyor. Bizim çağdaş sanatımız da, gençlere bakarak söyleyeyim, bunlardan geri değil. Ama o şaşırtıcı gerçeği bir daha fark ettim. Bir resme bakıyorum, İtalyan olabilir diyorum İtalyan, İspanyol olabilir diyorum İspanyol çıkıyor. Büyük gelenekler böyle bir şey. Fakat resimler de, yerleştirmeler de, kavramsal çalışmalar da çok güzeldi. Oradan çıkınca yeniden Chelsea. İlk gittiğimde kapalı galerilerde açılan sergileri gördüm. Gagosian'da bir Serra daha. Tamam, devasa bir yapıt, 5 metreden daha yüksek, açılı duvarlardan, dar dehlizlerden oluşan bir labirent. Katı, en az iki santim kalınlığında paslı bir demir. Mükemmel. Ama ötesi yok. Defalarca buna benzer şeyler gördük. O nedenle NADA önemliydi. Fakat bir galeride karşılaştığım Susan McMorris isimli genç sanatçı da beni o kadar heyecanlandırdı. Müthişti işleri. Ama asıl çekici olanı SOHO.
8 Mayıs 2016
Müzikalsiz NY
Bitti NY, dönüyorum. Uçak gece 24.00'da. Hıncal Abiden mesaj geldi. "Benim için bir müzikale git, dönünce de yaz" diyor. Geç aldım mesajı. Yoksa giderdim. Müzikali değil ama bu günlükteki konuları yazdım. NY bir bomba. İnsan onun üstünde oturunca ayrı bir heyecan duyuyor. Her an patlamaya hazır. Pazar gününün NY'u daha fazla böyle. Her yer nabız gibi vuruyor. Biz de kendimizi yollara vuruyoruz. Bir dahaki NY'a kadar...
Hasan Bülent KAHRAMAN/Sabah