Taksim'de her şey yıkılıp yeniden yapılmak isteniyor!
Taksim'i çoktan kaybettik. Çünkü Taksim kaybedilen ve kazanılan bir yer. Tarihte de böyle olmuş
“Göbeğini kaşıyan adamlar geldi, eskiden Taksim ne güzeldi” falan demeye çalışmıyorum. Oradan vurmaya hazırlananlar sopaları bir indirsin. Derdim başka... Taksim’i çoktan kaybettik. Çünkü Taksim kaybedilen ve kazanılan bir yer. Tarihte de böyle olmuş. Bazen nezih eğlencenin merkezi olmuş, bazen rezilliğin ve sefaletin. Bazen pavyonlar, batakhaneler ele geçirmiş, bazen 30 TL’ye kaşarlı tost satan “seviyeli” kafeler, bazen rock’çıların ve bu kültürün mekanı olmuş, bazen kapitalist zincirlerin istilasına uğramış, çevresiyle birlikte dev bir alışveriş merkezi haline gelmiş.
Taksim hep değişiyor, hep farklılaşıyor ve hafızasını her seferinde başa sarıyor. Her 10 yılda bir önceki 10 yılda yaşananlar çöpe gidiyor, unutuluyor, izler siliniyor, kaldırımların kırılıp habire yeniden yapılması gibi Taksim de hep baştan aşağı “yenileniyor”.
Taksim meydanına ne yapılacağı konuşuluyor. Siyasetçiler oradaki dev parayı ve rantı gördükleri için rahat duramıyorlar. Muhakkak bir şeyler yapmak, bir dokunmak, ucundan bir yerini değiştirmek, her şeyden de önemlisi yıkıp baştan yapmak istiyorlar. Bizim kültürümüzde tamir etmek, onarmak vardır aslında. O şeyden umut kolay kesilmez; o şey neyse tamir edilir ve kullanılır. Sökük dikilir, yırtık yamanır, radyo kurcalanır tamir edilir. Ama yeni Türk kültürü her şeyi çöpe atıp yenisini yapmaya meraklı. Bunu adı Türk usulü modernlik.
Türk tipi modernlik: “Yık, yenisini yap”
Şimdi “Taksim elden gidiyor” diye telaşlanıyoruz ya (yani ben telaşlanıyorum), biz Taksim’i aslında 10 yıl önce kaybettik. Taksim önce Galatasaray’a taşındı. Ardından da Asmalımescit’e. Şimdi Şişhane’ye ve Karaköy’e iniyor. Yaşarsak karşıya geçtiğini ya da Haliç kıyısından Kasımpaşa’ya Sütlüce’ye doğru ilerlediğini de görürüz belki.
Ama onun yerine yeni bir Taksim geldi ve geliyor. Ve bu değişimi kontrol etmek hiç kolay değil. Ve açıkçası o “arkadan gelen Taksim” pek de iç açıcı görünmüyor.
Her tarafı kazılmış, sağından solundan otoban gibi yollar geçen, yeşil alanın olmadığı, her santiminin Türk usulü bir modernlik ölçüsü olarak beton olacağı bir Taksim. Barok, rokoko, neogotik tarzı önyüzleri duran ama içi plaza olmuş dev gökdelenlerin olduğu bir Taksim. Meydanında yayalar yürüsün diye trafikten arındırılan ama oraya insanların yol bulup da gelemeyeceği paketlenmiş, çevrelenmiş, etrafında çit çekilmiş bir Taksim. Yaşayan değil, ölü bir Taksim.
Eskilerde en ufak bir iz ve anı kalmaması için özenle darmadağın, dümdüz edilen ve yeniden cillop gibi betondan inşa edilecek bir Taksim.
“Taksim’e gidiyorum” diyemeyeceğiniz, çünkü aslında Taksim’de artık Taksim’i göremeyeceğiniz, Hıncal Uluç gibi bit kadar sinema salonlarında patlamış mısır yiyerek film izleyeceğiniz, ardından bir-iki fast food’cuda tıkınıp mutlu mutlu evinize döneceğiniz bir Taksim. Tabii arada gömlek, tişört pantolon falan da alırsanız iyi olur.
Kaybettik dedim ya. Biz dediğim, bizim kuşak. 70’ler ve 80’lerde doğanlar... Biz orayı bir alternatif kültür dünyası olarak gördük. Orayı öyle dönüştürdük. Bilinçli değil. Biz o dönem belli sebeplerden oradaydık. Hepsi bu. Şimdi geriye bakıp onu korumak istiyoruz ama öyle bir Taksim artık zaten yok. Taksim kaçtı gitti ve emin olun bu siyasetçi/müteahhit el ele “Yenisini yaparız, daha hesaplı olur” ekibi Taksim’in peşini bırakmayacak. Beton arabası ve kazma küreklerle dalacaklar nerde bulurlarsa.
Taksim meydanında ya da Beyoğlu’nda olan biten budur.
Dokunmayın, imar etmeyin kardeşim, böyle dağınık kalsın, kendi kendine değişsin diyeceğim ama eşyanın tabiatına ters. “E yıkmayacaksak, yenisini yapmayacaksak, para kazanmayacaksak niye seçildik o zaman” der adam. Haklı.
Mehmet Tez/Milliyet