TOKİ modeli neden çökecek?
AGFE, İstanbul'un kentsel dönüşüm mağduru mahallelerini hayretler içinde gezdi. Raporu yazıp tartışmaya sunmadan önce heyetin başkanı Prof. Yves Cabannes'ten taze izlenimlerini, zihin açıcı önerilerini aldık
İstanbul, İstanbul olalı böyle zulüm görmedi. Bir yandan tarihi mekânlar kapanın elinde kalıyor, bir yandan kentsel dönüşüm koca mahalleleri yutuyor, yoksullar zorla tahliye edilip şehrin dışına sürülüyor. Mahalle sakinleri, çeşitli platformlar, sivil toplum kuruluşları, akademisyenler ve meslek odaları, İstanbul'u yıkımdan, taklit yapılardan, tarihi yapıların otelleşmesinden kurtarabilmek için zamanla yarışıyor. Yetmedi, uluslararası yasalar, anlaşmalar devreye giriyor, heyetler gidiyor geliyor, raporlar yazılıyor. Yerel yöneticiler Nuh diyor peygamber demiyor.
UNESCO'nun ardından, şehrin son ziyaretçileri, Birleşmiş Milletler HABITAT Genel Başkanlığı'na bağlı Zorla Tahliyeler Konusunda Danışmanlar Grubu AGFE (Advisory Group on Forced Evictions) oldu. Heyet, İstanbul'daki kentsel dönüşüm mağduru veya bu tehdit altında yaşamakta olan mahalleleri ziyaret edip ilgili yerel yöneticilerle görüşmelerde bulundu.
AGFE, bu çalışmalar sonucunda hazırlayacağı raporu Birleşmiş Milletler-HABITAT Genel Başkanlığı'na sunacak ve insanların yerlerinden edilmesine yol açmayan pozitif çözümler konusunda önerilerde bulunacak. Yani birkaç güne kadar İstanbul'u yine çok tartışalacak yeni bir rapor bekliyor.
AGFE Başkanı Prof. Yves Cabannes, dört gün boyunca İstanbul'da sakinlerinden `arındırılan' mahalleleri gezdi. Sulukule, Başıbüyük, Bezirganbahçe, Ayazma, Kurtköy, Gülensu, Küçükbakkalköy ve Tarlabaşı'nda mağdurlarla, belediyelerle ve alanda çalışan sivil toplum örgütleriyle konuştu, notlar aldı, bazı şeylere hayretle kalakaldı. Cabannes raporunu yazmadan önce taze izlenimlerini ve önerilerini aldık.
Öncelikle son OECD Türkiye raporunu soralım. Bu raporda sizce öne çıkan noktalar neler?
İki nokta bence çok önemli. İlki, 27 OECD ülkesindeki şehirler içinde nüfusu en çok artan ilk üç şehir İstanbul, Ankara ve İzmir. Dikkatinizi çekerim, 27 ülkenin bütün şehirleri arasında ilk üç! Aynı zamanda yüksek bir büyüme hızına sahip olmasına rağmen, Türkiye ayrıca zengin ve fakir arasındaki uçurumun en derin olduğu ülke. Bu demektir ki kalkınma, fakir nüfusa bir yarar sağlamamış.
1950'lerde ve 60'larda başlayan İstanbul'un gecekondulaşma süreci dünyadaki diğer gecekondu mahalleleriyle nasıl benzerlikler gösteriyor?
Aslında tarımın makineleşmesi, köylerdeki iş gücünün sanayinin yoğunlaştığı kentlere göçe zorlanması ve bu iş gücünün kentte gecekondu mahallelerini oluşturması süreci aşağı-yukarı bütün dünyada aynı. Ancak İstanbul'daki gecekonduların iç dinamikleri gerçekten de kendine özgü öğeler taşıyor. Dünyanın diğer yerlerinde benim gördüğüm gecekondu mahalleleri hep tek katlı alçak yapılar ve düşük nüfus yoğunluklarına sahipler. İstanbul'da tersi... Yani bir gecede kondukları gibi kısa sürede de kalıcı yapılara dönüşmüşler. Klasik gecekondu mahallesi görüntüsü çizmiyorlar. Bir diğer fark da, dünyanın diğer yerlerinde köyden kentlere akan iş gücünün barınma ihtiyacını karşılamak için, o ülkelerin devletleri bazen özel sektörle beraber ucuz konut üretimine girişmiş. İstanbul'da bu olmayınca, 1960'larda, 70'lerde göç eden insanların barınma yerlerini kendilerinin inşa etmesini zorunlu kılmış.
İstanbul'daki kentsel dönüşümün temellerinden birini oluşturan TOKİ modelini nasıl buluyorsunuz?
TOKİ aslında çok kuvvetli bir araç; ürettikleri konut sayısı gerçekten etkileyici. İstedikleri arsaya erişebiliyorlar, ki bu bir numaralı değer. Bu tekelleşmiş sermaye ortamında bu geniş arsa stoğunu kullanarak TOKİ büyük sermayeye de rahatlıkla ulaşabiliyor. Yani iyi bir üretim modeli oluşturmak için her türlü imkânı mevcut. Bu anlamda TOKİ modeli oldukça iyi işliyor. Fakat bu modelin sunduğu, tecrit edilmiş ve iş olanaklarından uzak bir bölgede yoğunlaşmış çok katlı beton yapılar... Asıl sorun burada. Bu modelin işlemediğini biliyoruz. Ziyaret ettiğimiz yerlerde gördüğümüz kadarıyla buralarda oturanların çoğu ev taksitlerini ödeyemez durumda. Gençler ve çocuklar için hiçbir sosyal donatı düşünülmemiş. OECD ülkelerinde, yani gelişmiş ülkelerde bu model denenmiş, bir çözüm olmadığı görülmüş ve seneler önce terk edilmiş. Artık oralarda bu tür yerleşimler çok büyük sosyal ve ekonomik bedeller ödenerek bombalanarak yıkılıyor. Belki 20 yıl sonra, belki daha bile erken, İstanbul bu TOKİ modeli yüzünden çok büyük sosyal problemlerle baş başa kalacak. Ben de İstanbul'da bu sıkışık, dışlanmış, soyutlanmış yerleşimlerin bir gün bombalanacağını öngörüyorum.
İstanbul'da yaşanan değişim, buna neo-liberal model de diyebiliriz belki, sizce sosyal bir ayrışmaya katkı yapıyor mu?
Elbette, hem de çok derin; neo-liberalizmin özü bu aslında. Bahsettiğim zenginlerle fakirler arasındaki uçurumun fiziksel dışavurumları da vardır. Bunların ilki soylulaştırma dediğimiz, kentin tarihi ve merkezi mekânlarının kent soylularına açılması. O yüzden bu bölgelerde mülk ediniyorlar. Buralar ayrıca turistleri de çeken bölgelerdir. Bu süreç yüzyıllardır buralarda yaşayan insanlara hiçbir şans bırakmıyor. Sulukule bunun yaşayan örneği. Tabii müteahhitler buralardan çok büyük kârlar sağlıyor. Bir diğer sosyal ayrışma da bir zamanlar kentin ruhu olan hafif sanayinin kent dışına atılması. Mesela Atatürk Havaalanı'na yakın yerlerde küçük çaplı sanayi yerleri kapanıp orta-üst sınıf için yaşam mekânlarına dönüştürülüyor, halk buradan sürülüyor. Öteki taraftan kent çeperlerine yüksek sosyal konutlar yapıyorsunuz, yıkılan gecekondu mahallelerinden ve soylulaştırılan mahallelerden insanları oralara sürüyorsunuz. Kenti asıl sahiplenenler şimdi taksitlerini bile ödeyemedikleri yerlere gidiyorlar. İstanbul'da sadece insanların ayrışmasını değil, aynı zamanda işlevlerin de ayrışmasını görüyoruz. Eskiden insanlar kendi yiyeceklerini yetiştirip işlerini kendi mahallelerinde görebilirken, artık bu parçalanmış durumda. Bir tarafta yaşam mekânları, diğer tarafta tüketim mekânları ve aralarında bunları birleştiren ulaşım ağları... Bu sosyal anlamda maliyetli bir model. Trafiğe bir bakın. Petrol krizini de hesaba katarsak, İstanbul'da zaten büyük bir sorun olan ulaşım, içinden çıkılmaz olacak. Bu sürdürülebilir bir kentsel model değil.
Peki bu model çöktüyse, sürdürülebilir, çağdaş bir kent için nasıl bir model önerirsiniz?
Aslında kent hakları açısından, herkesin eşit eğitim ve sağlık hizmeti alması açısından, farklı sınıftan insanların fırsat eşitliği açısından baktığınızda model çökmüş. Belli bir üst sınıfın kentin güzelliklerinden ve hizmetlerden faydalanması açısından bakarsanız, son derece başarılı. Daha insancıl ve kent haklarından söz edebileceğimiz bir model için ise, öncelikle bazı temel haklara saygı gerekiyor. Bunların başında barınma hakkı geliyor. İş hakkı, eğitim hakkı; ama herkes için... Peki bu şekil olarak neye benzeyebilir? Büyük olasılıkla mevcut gecekondu bölgelerinin iyileştirilmesi olur. Kentin ruhu olan mahalle yapısı güçlendirilmeli çünkü sosyal uyum açısından çok önemli özellikleri var mahallelerin. Mesela ortak değerleri paylaşma, özellikle kriz zamanlarında zorluklarla başa çıkmada dayanışma ruhunu yeşertir. Bununla beraber, kentin bazı boş bölgeleri ufak çaplı tarıma ayrılabilir. Bu ilginç sonuçlar doğurabilir. Öncelikle kenti daha yeşil yapar ve yemek ihtiyacınızı mahallenizde temin edebilirsiniz. Yakın zamana kadar kentin zenginliğini oluşturan hafif sanayi işletmeleri de kent içerisine dağıtılarak hem iş imkânı sağlanır, hem de ulaşım ihtiyacı en aza inmiş olur. Kentin ruhunun alışveriş merkezi değil mahallenin, mahallelinin kendisi olduğu, çok-merkezli bir kentten bahsediyorum. Benim İstanbul için önerim kâr odaklı değil, insan odaklı bir kente doğru yönelmeniz.
Peki bu bahsettiğiniz insanları yerlerinden etmeyen, gecekondu mahallelerini bulundukları yerde insanlarıyla birlikte iyileştiren türden projelere örnekler var mı? Bu dünyada nerelerde denemiş, nasıl sonuçlar alınmış?
Elbette birçok yerde denendi bunlar ve uygulayan ülkeler için maliyeti mevcut modele göre kat kat daha az. Bazen gecekondu iyileştirme, bazen mahalle yenileme gibi isimler altında senelerdir uygulanıyor bu tür çözümler; örneğin en yoğun olarak Endonezya ve Tayland'da... Şu anda Avrupa'da uygulanan birçok projenin de temel yaklaşımı aynı. Mesela Brezilya'da Parrenda mahallesi var. Orada mahalleliye gelir getiren projeler üretilerek yerel halkın kalkınması ve yaşam alanlarının iyileştirilmesi gerçekleştirilmiş. Sonra arsanın yasallaşması çok önemli. Tahliye tehdidi altında olan biri, ne mahallesine yatırım yapar ne de oturduğu eve. Güney Afrika'dan, Meksika'dan daha birçok proje örneği verebilirim. Pakistan'daki Orangi projesi var, ki çok başarılı oldu. Başarılı olanların mahallelere entegre edilmiş projeler olduğunu görebilirsiniz. Temelde önemli olan, mahalleleri güçlendirmek, çünkü bu projeler ancak onların liderliğinde gelişebilir. İyi niyetle yapılıyor olsa da, TOKİ'nin uygulamalarında gördüğümüz gibi devlet eliyle değil. Yani burada sadece yaklaşımın değil, aktörlerin rollerinin de değişmesi gerekiyor. Ama ilk başta şuna inanmamız gerekli: Kentleri yaratanlar insanlardır.
Bu bahsettiğiniz örneklerde mahalle halkı bu mekanizmanın ne kadar içerisinde?
30 senedir şunu net olarak görebiliyoruz ki, arsanın seçiminden projelerin tasarımına, finansal kaynakların kontrolüne kadar her noktada mahalleden ne kadar katılım sağlarsanız projeniz o kadar başarılı olur. Örneğin ben senelerdir Brezilya'da yaşıyorum. Biz bir mahalle entegrasyon komitesi oluşturduk. Burada belediye, yerel hükümet, merkezi hükümet, mahalle temsilcileri ve üniversiteler var. Sorunların yüzde 80'ini bu komite çözüyor. Ben İstanbul'da böyle bir yapı görmedim. Burada gördüğüm, konut arzını sağlayan bir devlet ve zaman zaman fikri sorulan ama genelde sürece katılmakta güçlük çeken bir halk. Bunu Sulukule'de gördük mesela. Orada belediyeyle diyalog içerisindeydik; bizi dinliyorlardı da. Ama sonuçta projede herhangi bir değişiklik yapılmadı. STOP (Sınır Tanımayan Otonom Plancılar) grubunun oldukça iyi bir alternatif projesi vardı, ama söyledikleri dinlenmedi.
Dünyanın başka yerleriyle İstanbul'daki kentsel muhalefeti karşılaştırır mısınız?
Bence enteresan girişim grupları var İstanbul'da. Son derece kalifiye akademisyenleriniz var, şehir plancıları olsun, mimarlar, avukatlar... Diğer tarafta yıkımlara karşı direnen platformlar var. Gerektiğinde bu direnişi gösterecek sosyal donanımları ve iradeleri mevcut. Bunlara ek olarak bir de mahalle platformları var. Bunlar daha geniş tabanlı örgütlenmeler ve hükümet kararlarının kendilerini nasıl etkileyeceğini takip edip harekete geçebiliyorlar. Bunların hepsi çok güzel, ancak şunu söyleyebilirim ki, yeterince beraber çalışmıyorlar. Tek maddelik bir talepleri yok. Bu şu olabilirdi: Herkesin barınma hakkına saygılı olalım! "Mahalle iyileştirmeleri hepimizin ortak noktası olsun" denebilir. Mahalle örgütlenmelerine ve direniş gruplarına koordinasyon ve mahalleler arası bilgi akışını sağlayacak, hukuk danışmanlığı yapacak uzman kadrolu bir bilgi merkezine ihtiyaç var. Üniversitelerde birçok değerli gönüllü var, ancak böyle bir merkez yok. Mahalleler tek başlarına direnemez, ancak kent geneline yayılmış, birbiriyle koordinasyon içerisinde bir platform yeni fikirlerin doğmasını sağlayabilir. Tabii bir de toplumdaki bilincin değişmesi gerekli. Burada medyanın rolü çok önemli. Medya genelde direniş tarafının sesini pek duyurmaz, çıkan haberler hep olumsuzdur ve direnen fakir halk şuçlu olarak gösterilir. Bu insanlar İstanbul'u İstanbul yapan insanlar ve kentlerini seviyorlar. Mülakatlarımıza bu çok net yansıdı; insanlar bu kenti seviyorlar, burada kalmak istiyorlar ve buna hakları da var. Uluslararası hukuka baktığınız zaman bunu çok net görürsünüz.
İmre BALANLI/Radikal