İnşaatla büyünür mü?
TÜRK ekonomisinin kamuoyuna aksettirilen son 11 yıllık görünümünü 3 temel başlıkta özetlemek mümkün. İlk olarak ekonominin yüksek büyüme oranlarına sahip olduğu, rekorlar kırdığı gibi bir algı oluşturuldu...
İkinci olarak ekonominin krize girmediği ve bir istikrarın olduğu söylendi. Üçüncü olarak da Türkiye'nin dev projelerle çok geliştiği ve zenginleştiği vurgulandı.
Bu üç argüman da çokça bir algı operasyonuydu. İlk olarak büyümenin rekorlar kırmasına gelirsek; 1950-2002 arasındaki dönemin büyüme ortalaması neyse, 2002 - 2013 döneminin büyüme ortalaması da aynı oldu. Yani Türkiye, yüzde 4.5 civarında bir büyümeyi önceki 50 yılda da halihazırda tutturuyordu. Bu 11 yıllık dönem de bundan farklı bir performansa sahne olmadı.
Rekor büyüme diye kamuoyuna lanse edilen büyümenin temel niteliği ise hayli olumsuz oldu. Adeta bir hormonlu büyümeyle Türkiye, biraz daha fazla büyüyecek olsa beraberinde büyük açıklar verdi. Sıcak paraya, borçlanmaya ve tüketime dayalı bu büyüme, üretim ve ihracat yerine tüketim ve ithalata bağımlı bir nitelik arz etti. Sonunda iş öyle bir noktaya geldi ki, sıcak paranın ve borçlanma imkanlarının azalması ekonomiyi durgunluğun eşiğine getirdi. İktidarın temel övünç kaynaklarından birisi olan büyümenin ne kadar kırılgan olduğu bugün bütün yönleriyle meydanda duruyor.
İktidarın ikinci başarı ölçütü olan ekonominin krize girmemesi de hayli tartışmalı. Kriz deyince bankaların sallantıya girmesi ve TL'deki devalüasyonu anlayan kamuoyu, bunları göremeyince ekonominin çok sağlam temeller üzerinde olduğu zannına kapıldı. Siyasi iktidar da, elindeki hudutsuz medya gücüyle bunu pompaladı. Halbuki, IMF destekli Kemal Derviş programıyla beraber "sağlama alman" bankalar, bırakın krize girmeyi, kâr rekorları kırdılar ve tarihlerinin en parlak dönemini yaşadılar. Şüpheye yer vermeyecek şekilde, ekonominin tek kazananı oldular.
Ekonomiden anladığı banka ve borsa olan siyasi iktidar, toplumun büyük çoğunluğunun durumunu ise hiç hesaba katmadı. Memur, işçi, emekli, esnaf, tüccar ve reel sektöre, banka ve borsadan sıra hiç gelmedi. Onların durumundaki sıkıntılar göz ardı edildi. Para dönmeyen piyasalar, borcun borçla çevrildiği, herkesin birbirini idare ettiği bir konjonktür "kriz" sayılmadı. Hakeza, memura yarım puan fazla zam verilmesi söz konusu olsa, "Yunanistan gibi oluruz, maaşları ödeyemeyiz" dendi.
Siyasi iktidarın ekonomiyi cilalarken kullandığı üçüncü unsur da inşaat ve imar faaliyetlerini bir gelişme ve zenginleşme olarak sunması oldu. Defoları gizlenen ve gösterilmeyen, günü kurtaran ekonomiye tam anlamıyla cila çekilmiş oldu. İnşaat şirketlerinin altın çağını yaşadıkları bu dönemde her yere yapılan AVM'ler, gökdelenler, sitelerle beraber köprü, yol gibi altyapı yatırımları da Türkiye'nin büyüyüp zenginleştiğine yorumlandı. Sadece yapılırken bir miktar istihdam sağlayan inşaat ve imar faaliyetlerinin ekonomiyi büyüttüğü şeklinde bir algıya oynandı.
Yapılan AVM'lerin tüketimi körükleyeceği, altyapı yatırımlarının ekonomiye katkısının hayli dolaylı olacağı bir kenara bırakıldı.
Büyümek için üretime dönük yatırımlara ihtiyacı olan Türkiye'de, bu yönde adam akıllı adımlar bu dönemde de atılmadı. Üstüne üstlük tasarruflar da dibe vurdu ve yatırım için gerekli kaynaklar da bulunamaz oldu. Dışarıdan gelen sıcak para ve borçlanma imkanları da azalınca adeta deniz bitti.
Siyasi iktidarın hala çılgın projeler, inşaat yatırımları gibi kalemlere bütçeler ayırması (ki dışarıdan büyük çaplı borçlanmalar söz konusu) gibi bir durum yaşanıyor. Elbette altyapı yatırımları da şart, ancak bunun da ötesinde fanteziye kaçan yatırımlar üretime ve büyümeye önemli bir katkı sağlamıyor. Sadece göz boyuyor ve kötü ekonomiye bir cila oluyor. Durumumuz, bir gecekondunun dış cephesini kaplayıp camlı bir plaza görünümü vermeye benziyor. Cilala, parlat ama temel m olmayınca neye yarayacak?
Burak Kıllıoğlu/ Milli Gazete