27 / 04 / 2024

İstanbul’un yüksek yapılarında İrfan Balıoğlu'nun izi var!

İstanbul’un yüksek yapılarında İrfan Balıoğlu'nun izi var!

Zeynep Miraç Hürriyet Gazetesi'nde İrfan Balıoğlu ile yaptığı röportaja yer verdi. İstanbul’un özellikle yüksek yapılarının neredeyse tamamında onun el izi var. Bilmediğimiz yalnızca adı değil, aynı zamanda hikayesi...



Zeynep Miraç Hürriyet Gazetesi'nde  İrfan Balıoğlu ile yaptığı röportaja yer verdi.


Yaşadığımız şehirde iz bırakmış olanlar vardır, adlarını dahi bilmeyiz. İrfan Balıoğlu onlardan biri. İstanbul’un özellikle yüksek yapılarının neredeyse tamamında onun el izi var. Bilmediğimiz yalnızca adı değil, aynı zamanda hikayesi... Güce, iradeye, yaşama dair düşüncelerinizi alt üst edecek bir hikâye...


Sizin için Stephan Hawking’ten daha zeki diyorlar…

- Yalan söylüyorlar. Böyle bir şey olamaz.

Yakın tarihte Hawking’in eşinin bir kitabı çıktı,  onun hayatındaki kadın olarak. Biliyorum ki sizin hayatınızdaki kadın da anneniz Yıldız Hanım’dı. 

- Annem çilekeş ve çok fedakâr bir Anadolu kadınıydı. Biz üç kardeşiz, en büyüğü benim. Annemi kaybedinceye kadar, yani üç ay öncesine kadar biz onunla neredeyse hiç ayrılmadık. Benim kas hastalığım şu: Zaman içinde kas hücreleri yağ hücrelerine dönüyor. Modern tıbbın şu anda bununla ilgili bir tedavisi yok. Yani tıp çaresiz. Ama sadece deneyimlerine bağlı olarak annem bana çok iyi baktığı için hastalığın seyri yavaş gitti. Şu anda bile hâlâ çalışıyor olabilmemi, annemin bakımına borçluyum. Herkes için annesi çok başkadır. Ama galiba benimki biraz daha başkaydı.

Hastalığınıza ilk ne zaman teşhis kondu?

- 12 yaşına kadar sağlıklı bir çocuktum. Voleybol oynardım, arkadaşlarla futbol oynardık, yüzerdim. Her şey iyiydi. 12 yaşındayken bir Galatasaray - Fenerbahçe maçına gittim. O zaman fanatik Galatasaraylıydım. Sabah 8’de stada girdik, maç 4’te başladı. Orada başımın ağrıdığını, midemin bulandığını hissettim.

Ne yaptınız?

- Maç heyecanı bu… Galatasaray da 3-0 yenince her şey başka oldu. Maçtan çıkarken ateşimin yükseldiğini hissettim. Eve gelip yattım, iki gün yatmışım ateşler içinde. Bir süre sonra sağ ayağımda hafif bir güçsüzlük başladı. Mahallede beş altı arkadaş koşardı ki, beni kimse geçemezdi. Bir süre sonra birisi geldi geçti. Üç dört ay sonra ikisi geçti. Bir yıl sonra da herkes geçti. O yıllar da çocuk felci Türkiye’de çok yaygındı. Bana çocuk felci olduğumu söylediler. Ve dendi ki “Çok hareket edeceksin, çok yüzeceksin, çok koşacaksın.” 14-15 yaşındaki bir çocuk için bunlar bulunmaz nimetlerdi. Çok yüzdüm, çok koştum. Ama bunlar güçsüzlüğü gittikçe artırdı, artırdı. 15-16 yaşına gelince bir doktor bunun çocuk felci olmadığını söyledi. Amerika’dan yeni gelmiş bir hekimdi, Fatma Ülker Arat adı. Teşhis şu diyemedi. Ama dedi ki bu çocuk felci değil. Tam tersini yapacaksın, az yorulacaksın.  O yıldan sonra az koştum, az yürüdüm. Ama hastalık hiç durmadı. Adım adım ilerledi. Güçsüzlükler gittikçe arttı. Sol kol, sağ bacak, öbür çapraza geçti. Kas kaybı devam etti gitti, hâlâ da devam ediyor.


SEYREK RASTLANAN BİR HASTALIK, ARAŞTIRMALAR AZ



Eğitim hayatınız etkilendi mi?

- Üniversitenin son iki üç senesinde çok zorlandım. Zor da olsa yürüyebiliyordum. Mezuniyetten iki yıl sonra da yürüyebiliyordum. 26-27 yaşından sonra yürüyemedim. Daha sonraki yıllarda teşhisi kondu. Çok seyrek rastlanan bir hastalık olduğu için sanıyorum bu konuda tıp fazla bir şey yapmıyor. Araştırmalar çok fazla değil.

Hastalık sizde öfke ya da isyan yarattı mı? Kolay mı kabullendiniz?

- Ben hiçbir zaman kendimi hasta olarak görmedim. Şimdikiler gibi değil ama ben inançlı bir insanım. Bu bana böyle verilmiş. Nasıl bir insan ülserse ben de kas hastasıyım. Benim gözümde bu. Hâlâ da bu. Sadece bu iki buçuk sene evvelki solunum yetmezliği beni çok zorladı. Hastaneye zor yetiştirmişler. On dakika daha geç kalsaymışım, şimdi konuşamıyor olacaktık. Kandaki oksijen oranım 40’a düşmüş. Bir yıl evvel konuşamıyordum bile. Su içerken bile çok yoruluyordum. Çok şükür şimdi iyiyim.

DERDİM HİÇ PARA OLMADI, İNŞALLAH BUNDAN SONRA DA OLMAZ

İşkolik misiniz?

- Öyle diyorlar. Ama bu bir yaşam biçimi galiba. Sorumluluklar bunu gerektirdi. Türk müteahhitleri Rusya’dan iş aldılar yıllar önce. Onların standartlarını, normlarına uygun projeler yapmak gerekiyordu. Sorumluluktan kastım bu. Oturduk aylarca gece gündüz çalışarak onları öğrenmeye ve projeleri yapmaya gayret ettik. Bu mesleki sorumluluktur, yoksa para için pul için yapılacak şeyler değil. Tanıyanlar bilir. Benim erişmek istediğim şey hiçbir zaman para olmamıştır. İnşallah bugünden sonra da olmaz.

Günde kaç saat çalışıyorsunuz?

- İki buçuk yıl evvel, kas hastalığımın yanında bir de solunum yetmezliği yaşadım. O zamana kadar sabah sekiz, öğleyin yarım saat ara, akşam 9-10’a kadar çalışırdım. Şimdi 7-8 saati zor buluyorum. Bana göre çok az.

İRFAN BALIOĞLU KİMDİR? 

1946 Erzincan, Kemaliye doğumlu İrfan Balıoğlu 1968’de İTÜ İnşaat Fakültesi’nden mazun oldu. Yapı proje mühendisliği alanında Türkiye’deki ilk bilgisayar programlarını yazan Balıoğlu’nun statik projesine imza attığı yapılardan bazıları şunlar: Sapphire, Akasya AVM, Akmerkez, İş Kuleleri, Maya Blokları, Giz Plaza, Mövenpick Otel, Metro City, Conrad Otel, Edition Otel, Sabancı Üniversitesi, Zorlu Center.

İLK BİLGİSAYARIMIZI TIR'IN KASASINDA KAÇAK SOKTUK

İnşaat mühendisliği sizin çocukluk hayaliniz miydi?

- Ben aslında inşaata ilgi hiç duymadım. Ta ki Teknik Üniversite imtihanlarına girinceye kadar. Hep elektronik veya elektrik mühendisliğini hayal etmiştim lise çağlarımda. Çünkü fiziğe karşı bir tutkum vardı. İTÜ imtihanlarına girdiğim zaman da bunları okumayı düşünüyordum. Sonra puanlar asıldı. Orada yanlış hatırlamıyorsam 53’üncü olmuştum. O zaman da inşaat fakültesi en yüksek puanla girilen yerdi. Böylece kendiliğinden inşaat fakültesine girdim. Bunu fark ettiğim zaman elektriğe geçmeyi düşündüm. Arkadaşlarım bana deli dediler. Onların gazına geldim ve inşaat okudum. Şimdi düşünüyorum da Allah’tan ki inşaat olmuş. Daha sonraki yıllarda bu olayı çok sevdim. Şöyle bir şey söyleyeyim hukuk, ekonomi ya da işletme okusaydım bu konuda kazanılmış olan başarı kararlarda ve kağıtlarda olacaktı. İnşaat mühendisi olduktan sonra da projecilik yanına seçince, emek verdiğin ve oluşmasına başlattığın bir işin gözünün önünde yükseldiğini görüyorsun. Bittiğinde de yıllarca her önünden geçtiğinde veya duyduğunda insanı heyecanlandıran bir meslek.

 


Üniversitede inşaat mühendisliğini elektronikle buluşturmuşsunuz, ilk bilgisayar yazılımlarını yazarak değil mi?

- Mezun olduğumuz zaman, bilgisayarlar henüz emekleme çağındaydı. Biz son sınıftayken İTÜ’de bir Elektronik Hesap Bilimleri Enstitüsü kuruldu, kocaman bir alana bilgisayar getirildi. Bugünkü şartlarla bilgisayar olarak bile adlandırılamayacak olan bir cihazdı. Biz onu kapalı camların arkasında mucizevi bir alet olarak gördük. Mezuniyetten sonra da bilgisayarların inşaat mühendisinin işini ne kadar kolaylaştırabileceğini öğrendikten sonra programlara ilgi duydum.

Türkiye’de o programları ilk yazan sizsiniz, değil mi?

- O yıllarda İTÜ Elektronik Hesap Merkezi Müdürü vardı, Prof. Muzaffer İpek. Çok sevdiğim, çok saydığım birisidir. Onun hazırladığı bir programı görünce bu olaya gönül verdim. İlk programı hazırlayan, akademisyenlerin dışında, ben oldum.

1968’den bahsediyorsunuz. Bir yandan da bir gençlik hareketi var. O sırada siz hep bilgisayar başında mısınız?

- O zaman bilgisayar insanların masasında değildi; ancak İTÜ’de ve Boğaziçi’nde vardı. Başka yerde yoktu zaten. Çalışma şeklimiz şöyleydi. Bizler, hayatımızı kazanmak zorundaydık. Onun için de çalışmamız, proje yapmamız gerekiyordu. Ama gelişim için de programlama gerekiyordu. Onun için sabah 8’den akşam 6’ya kadar proje yaparak hayatımı devam ettirmeye çalışıyordum. Ve Teknik Üniversite’den zaman kiralıyorduk programı yapmak için. O da akşam 6’dan sonra gece 12’ye, 1’e kadar… O zaman Laleli’de oturuyordum.  Laleli ile İTÜ arasında neredeyse açık hat oluşuyordu. Programı düzeltiyorduk, geliyordum bir daha, bir daha… Böyle yıllarca çalıştık. 1968’ten 1980’lere kadar böyle sürdü programların oluşması. Sonra 80li yıllarda bu tür yapı statiğine dair program bitirilmiş oldu. Dünyada mikro bilgisayarlar ortaya çıkınca bunları almayı çok istedik. Ama o zaman mevzuat buna müsaade etmiyordu. Türkiye’ye bilgisayar sokmak yasaktı. O zaman Almanya’dan bir bilgisayar aldık.  Onu bir tırın klima cihazı olarak klimanın üstünde Türkiye’ye getirdik. O tır Levent Caddesi 13’ün önüne geldi durdu, karanlık çökmesi bekledi. Karanlık olduktan sonra onlar TIR’dan söküldü, getirildi kuruldu. Yani böyle bir kaçakçılık (!) dönemim de oldu. Ama daha sonraki yıllarda, Turgut Özal döneminde bu uygulamalar kaldırıldı.

Çalışma temponuz değişti mi?

- Mikrobilgisayarlar çıkıncaya kadar hesaplarla ilgili programlar takribi yöntemlerle yapılan hesapların kullanılmasıydı. 80li yıllara kadar. Hep yaklaşık yöntemlerdi. Ama bilgisayarlardan sonra o yöntemler terk edildi. Eğer bilgisayarlar olmasaydı biz 7-8-10 katlı binaların ötelerindeki yapıları çözemezdik. Eskiden yeni bir alternatif denemek için 15 kişi yine bir sene çalışırdı. Şimdi ertesi gün değişiklik yapabilirsiniz.

AKMERKEZ YÜKSELİRKEN ALDIĞIM HAZ BAŞKAYDI

Gayrettepe-Maslak aksı sizin statik projesini yaptığınız binalarla dolu. O hattan geçerken ne hissediyorsunuz?

- Başlangıçta belki bir heyecan duyuyordum ama galiba zamanla alıştım. İnsan 30’lu yaşlarda duyduğu heyecanı 60’larında duyamıyor. Alışkanlık olabilir, senelerin verdiği olgunluk olabilir, kanıksama olabilir. Ayırt edemiyorum. Örneğin bir Akmerkez’in yükselişi sırasında duyduğum haz çok farklıydı. İlk yüksek yapılardan biriydi, Esentepe’deki Maya’dan sonra. O zaman her sabah kalkar bakardım, bir kat daha büyümüş diye. Ama şimdi pek o kadar değil. 


Zeynep MİRAÇ/ Hürriyet Gazetesi 



Geri Dön