28 / 12 / 2024

İyi restoratör günün malzemesini bilip kullanmalı!

İyi restoratör günün malzemesini bilip kullanmalı!

Mimar Sinan Genim İstanbul'u mahalle mahalle geziyor. Özellikle giderek kaybolan uhrevi yaşantısını yansıtan mekanlarını. İstanbul denince ilk akla gelen isimlerden Genim'e "Onun İstanbul'unu" sorduk.



Mimar Sinan Genim 'İstanbul'u en iyi bilen' isimlerden biri gösterilse de hala şehri mahalle mahalle geziyor. Özellikle giderek kaybolan uhrevi yaşantısını yansıtan mekanlarını. İstanbul denince ilk akla gelen isimlerden Genim'e "Onun İstanbul'unu" sorduk.



Bu şehri ve yaşamayı seven, 'keşke' demeyen, mutluluğu çizdiklerinde değil yaptıklarında bulan özel bir isimle görüştüm bu hafta. Son derece keyifli ama bir o kadar sakin ofisinde buluştuk. Şehri sevdiği, şehirde olmayı sevdiği çok belli. Ofisi Çengelköy’de merkezde ama tıpkı şehir gibi sırlanmış bir yerde. Mimar Sinan Genim işte böyle biri. Son derece verici ve işinin merkezinde. Üstelik istemeyi bilen herkese kapısı açık.


Sinan Genim, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu’nda okur. Siyasal’ı kazanmış olsa da ne siyasalı ister ne de Ankara’yı. İstanbul ve aile mesleği olan mimarlık tercih etmesi hayatının tercihi olur. Dedesi 1912 yılı Sanayi-i Nefise Mektebi mezunlarından Kenan Mermer, amcası ise 1929 mezunu Hurşit Altuncu’dur. Sinan Genim ise 69 mezunudur.


Kuzguncuklu’dur. Top oynayan, tiyatro ile ilgilenen, sakin ama heyecanlı bir çocuk. Üstelik hep kitap okur. Kitap tutkusu hiç vazgeçemediği olur öyle ki lisede bile kitapseverliği ile tanınır. Genç yaşında Erasmus’un kitabını okuyup notlar alacak kadar seven bir çocukluk yaşar.  Renkli kişiliği kitap zevkine de yansır, Ret Kit’ten tıbba dek ekine ne geçerse okur. “Mimari de böyledir; heyecan yaratıp, merak duygusunu hareketlendirmeli” diyor Sinan Genim.


HUŞU İÇİNDE SOFRALAR..


ANNEANNEMLE IŞIĞI BEKLERDİK


Müslüman, Rum, Musevi, Ermeni, Bulgar ve Beyaz Rus’ların birlikte yaşadığı bir kültürde büyüyen Sinan Genim, çocukluğunun renkli ramazanlarını keyifle anlatıyor. “Ramazan da, oruç da sokağa dökülmeyen bir işti. Yaz ramazanlarında komşuların davetli olduğu ev iftarları çok güzeldi. Hummalı faaliyetler sonucu hazırlanan iftar sofrasında herkes –hasta değilse-  bir arada olmak zorundaydı. Anneannemle büyük bahçeye iner, karşıdaki Ortaköy Camii’nin ışıklarının yanmasını beklerdim. Işığı görünce eve döner, su ve zeytinle orucumuzu açardık” diyor. Temiz pak giyinilen sofrada çocuklar konuşmaz, dinlermiş.  İbadetler, gösterişsiz ve mütevazi imiş. Sinan Genim, huşu içindeki o sofraları, o dönemin İstanbul’unu ve o günleri özlediğini söylüyor. Şimdiki Kuzguncuk benim Kuzguncukum değil diye ekliyor.


ŞEHRİN KARŞISNDAKİ KÖY


Şehrin karşısındaki köy olan Kuzguncuk’da direklerarası gibi eğlenceler olmazmış. Büyükler sinemaya gider, küçüklere Hacivat Karagöz oynatılırmış. Gayrimüslüm olan komşulardan gelen yemeklerle iftar sofrası daha da renklenirmiş. Sultanhamam’da kağıtçılık yaptığını hatırladığı Ermeni Kayserili komşuları her ramazanda mutlaka pastırma ve reçel gönderirmiş Gelen yemekler için de zeytinyağlılar tercih edilirmiş, çünkü ağır yemek yenmezmiş. Çorba ile başlanan sofrada iftariyelikler, küçük tadımlık renkli yiyecekler olurmuş. Yaz ise komposto kış ise hoşaf gibi. Yemek hafif bir tatlı ile tamamlanırmış. Uykulu sahurlar, sınırsız içilen sular; gündem değil, hayatın doğal bir parçası olan ramazana dair aklına gelen diğer detaylar.


Bayrama özel kıyafet olmazmış. “Varlıklı bir aile idik nasılsa kıyafet var diye düşünürlerdi belki de” diyor. Zaten birine bir kıyafet alınınca büyük ailedeki diğer yaşıtlara da alınırmış. Bayram harçlığı da yokmuş küçükken. Halen de harçlık alışkanlığı yoktur” diyor Genim. Sadece Kasımpaşa’da oturan babaanne, mendil içinde 2,5 lira veya 5 lira kağıt para verirmiş. Ancak oluşan uhrevi hava içinde hediyeleşme olurmuş ki bu halen bayramlarda devam ediyormuş.  Kasımpaşa’yı severmiş ve gitmeyi istermiş çünkü salıncak, ipte yürüyen cambaz ve atlıkarıncadan oluşan bayram yerleri varmış. Sevmesine rağmen kitap okumayı tercih edermiş Sinan Genim.


Mimarlık eğitiminden sonra  Ankara  Devlet Mühendislik-Mimarlık Akademisi Mimarlık Bölümü Rölöve ve Restorasyon bölümünde yüksek lisans yapar. Restorasyon Uzmanı olan Sinan Genim, çok sevdiği İstanbul’a geri döner. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi-Sanat Tarihi Bölümü-Türk ve İslam Sanatları Kürsüsü’nde Fethinden Lâle Devrine Kadar İstanbul’un İskânı, İskân Özellikleri ve Mesken Tipleri teziyle Edebiyat Doktoru olur.


Böylesi önemli ve derin bir konu olunca aklıma gelen ilk soruda bu oluyor. “Fetihten lale devrine lale devrinden cumhuriyete cumhuriyetten günümüze meskende ve iskanda ne değişti” diyorum.


Keyifle, uzun uzun anlatıyor Sinan Genim. “Kültür değişiyor, özellikle tanzimattan sonra. 2. Mahmud’dan sonra yeniçerilerden sonra reformist hareket başlıyor. Kıyafetten dile, yaşama dair herşey değişiyor. Hatta sultanların kendi aralarında günümüz harfleri ile yazıştıklarını biliyoruz. Bu değişim ev yaşantısını da geleneksel yaşantıyı da etkiler. Sarık ve entari giyen insanlar fes ve pantolon giymeye başlar. Bu değişim iskana da yansıyor. Şehir içinde geniş cadde açılması istekleri başlıyor, yangın yerleri düşünülüyor, sokaklar daha planlı,ızgara planlı oluyor. Evlerde mutfaklar bodrum kata iniyor. Kuzguncuk’da, Kadıköy-Yeldeğirmen civarında bu evlere rastlanıyor. Şirket-i Hayriye’nin düzenli seferlere başlaması ve tren seferleri şehrin açılmasına sebep oluyor. Sur dışında yerleşme başlıyor. Yerleşme kıyıda dolayısı ile ulaşım deniz yolu ile veya yürüyerek sağlanıyor çünkü at sarayın iznine bağlı. Ulaşım imkanları artınca gelişim de artıyor. 1870’lerde Nişantaşı-Teşvikiye gelişiyor.”


NÜFUS ARTIYOR; ANITSAL YAPI AZALIYOR….


Lodosu meşhur İstanbul’da yerleşim Göztepe demiryolu civarında oluyor önceleri. Kıyı yerleşimi bu bölgede değil lodosun etkilemediği Kartal Pendik civarında oluyor. Nüfus artıyor, anıtsal yapı azalıyor.


Ekonomi kötü. 3.Mustafa, 4.Murad yeni eklemeler yapıyor. Ama Sinan Genim’e göre şehrin silüetini etkileyen son yapı Sultanahmed Camii oluyor.


Şehirle böylesi ilgili olan Mimar Sinan Genim, bildiklerini aktarmayı seviyor. İstanbul Üniversitesi, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Mimar Sinan Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde öğretim üyeliği yapıyor. “En çok hangi işinizi sevdiniz, en güzel ünvanınız hangisi” diye soruyorum bende.


Hepsini seviyormuş ama “basit olmalı insan” diyor. “Öne insan olmalı. Yaptıklarımızı, yazdıklarımızı gelecek kuşak değerlendirecek. Olmayanı bulmalı. Çizilen proje binaya dönüşmezse değeri olmaz. 3. şahsa bir şey ifade etmez.” diye anlatıyor. Anlıyorum ki çizdikleri binaya, yazdıkları -biriktirdikleri kitaba dönüşünce olunca mutlu oluyor.


M.Ö 1. yy’da yaşayan ve “Mimarlık Üzerine 10 Kitap” ile bilinen Romalı mimar Vitruvius’un görüşüne katılıyor. Mimar, “farklı konularda soru soracak ve verilecek cevapları anlayacak düzeyde hakim olmalı” diyor. Mimarın ilgi ve görüş alanı geniş olmalı. Rahmetli Uğur Mumcu’nun dediği gibi “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın” doğru olmadığını söylüyor.


Mimar Sinan Genim, çeşitli konut ve kurumsal projeleri, restorasyon çalışmaları gibi çok sayıda mimari projeye imza atar. Perge, Antalya, Patara, Alanya Kalesi ve Osmanlı Sivil Mimarisi adlı belgesellerini hazırlar. Bu durumu “klasik cami mimarisinde yeterli bilgi sahibi olmayışına” bağlar.


ESERLER HASTALANIRSA…


Farklılığını sorduğumda ise “iyi restoratör günün malzemesini bilip kullanmalı” diyor. 30 yıl önce yaptığı araba showroomun halen örnek alındığını ve devrim niteliğinde olduğunu söylüyor. Restoratörün de aynı şeyi düşündüğünü anlatıyor. “Eserler insan gibidir, hastalanabilir. Bazen basit bir ilaçla tedavi edilebilir bazen ise ciddi müdahale yapmak gerekir. Aman dokunma, aman zarar veririsin  gibi bir yaklaşım yeterli bilgisi olmayanların ifadesidir. Hata yaparsam diye yola çıkmaz. “  Hocası Sedat Hakkı Eldem de destekler bu görüşü. Sinan Genim’ göre, “Yüksek yapılar geleneksel mimariyi temsil etmiyor ama artık büyük aileler yok aileler küçüldü. Sade sedir yetmiyor, elektronik eşyasız hayat yok artık. Temelde insan vardır. İnsanı yani temeli görmezden gelen her türlü yapı faaliyeti kısa sürelidir, yok olmaya mahkumdur”


O halde Osmanlı sivil mimarisinin en kıymetli yönü nedir diye merak ediyorum. 1994 yılında Sevgi - Erdoğan Gönül Evi projesi ile Yapı Dalı Koruma-Yaşatma Başarı Ulusal Mimarlık Ödülü alan Sinan Genim’e yöneltiyorum merakımı.


“İnsana değer vermesi” diyor. “Çağın gereklerine cevap vererek, insan yaşantısını gözetmesi önemli. Üst kat, yüksek tavanlı yer hayat olan yer. Kışın alçak tavanlı, kolay ısınan ara kat tercih ediliyor. Zemin mutfak. Bahçeye açık, sokağa kapalı hayat. Cephe düzenlemesi de öyle. Cumbalı, geniş saçaklı yapı heybetli görünüyor, gözü doyuruyor. Alttaki dikmeler bile hem çok zarif hem deformasyonu önlüyor. Tanzimattan sonra ise küçülüyor, süslemeler bölgelere göre değişiyor. 18.yy eseri Mudanya Tahir Paşa Konağı süslemeleri ile öne çıkıyor. 19.yy ise batı tesirli. Moda zevkin önüne geçiyor.” diye ekliyor.


Bu bilgi birikim, bu araştırmalar yerini bulur her zaman. 2006 yılında "Konstantiniyye'den İstanbul'a XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi'nin Rumeli Yakası Fotoğrafları" kitabını hazırlar. Bir yandan da Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı Yönetim Kurulu Başkanlığı ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Danışma Kurulu üyeliği yapar. Hâlen İstanbul Serbest Mimarlar Derneği ve İstanbul III Numaralı Koruma Bölge Kurulu Başkanlığı yapmakta.


Sinan Genim tüm işlerinde odak noktası olan bu şehre derinden bağlı. Ben onun İstanbul tarifini de çok severim. “İstanbul dişi bir şehirdir, kendine bağlar.” der ama gene de soruyorum İstanbul desem ilk aklınıza  gelen ne olur?


“Herşey gelir aklıma. İstanbul’u tarif etmek çok güç. 70 yaşına geldim, halen öğreniyorum. Ama böyle bir şehir… Bir mahalle, manzara, cami avlusu, giderek kaybolan uhrevi yaşantı, saraylar ama özellikle ayrı bir hayranlığım olan Topkapı Sarayı” Saray denilince, önemini vurgulamadan olmaz bence.” Padişahın kaprisi olarak nitelendirmeyi kabul etmez.“Devletin gücünü gösterdiği, yapılması zorunlu binalar” diyor Sinan Genim.“Toprak kaybetse de halen imparatorluk ve borçla da olsa yapılmalı. Hala 15.yy da yapımına başlanmış bir sarayda kalması sözkonusu değil, mecburiyet. Ticaret hayatında da bu öyledir, ekonomik sıkıntı fazla belli olmasın diye devam edilir. İçinden geçen sedirde oturmak olsa da koltuğa geçmek, masada yemek zorundadır zorundadır padişah. Gayrimüslüm tebaa bu atılımı yaptıysa padişahın da yöneten olarak ilerisinde olma durumu vardır. Abdülmecid sarayda. tiyatro yapar, balolar düzenler.Sonrakiler çağın gereğine uymak adına müzik aleti çalmayı öğrenir. Akıllı girişimlerdir bunlar.” Abdülaziz Galatasaray Lisesi’ni kurdurduğu zaman “çocuklarımızı gavur mu yapacaksın” kaygısına “kendi gavurunu kendin yarat” der.


GÜN VURMUŞ KAR GİBİ PARLAMAK


Sohbetin bu kısmında aklıma Yaşar Kemal'in beni çok etkileyen bir tarifi geliyor. "Gün vurmuş kar gibi parlamak".  İstanbul’da öyle parlak gelir bana tüm şehirlere nispeten. Sinan Genim de seviyor bu tanımımı. İstanbul’un negatif enerijyi silen pozitif enerjisi olduğunu söylüyor. Gökdelenler şehrin kimliğini değiştiriyor ama radikal değişiklikler olmazsa şehrin öleceğini belirtiyor.  “İstanbul kendine çeker, cim karnında nokta hissettirir ama bir selam dünyayı değiştirir. Modern dünyada psikoloğa gidiyoruz oysa eskiden konuşma vardı, sohbet vardı. İşgal zamanında asılan bir afiş önemli. “Bu da geçer yahu” yazar. Hepimiz geçeceğiz.” Diyor.


Tüm olumsuzluklara rağmen İstanbul’da gelen turist artışını hatırlatıyor. Bunu şehrin kaosuna bağlıyor, bu nedenle de tüm tabelaların aynı olmasına karşı. Turistin bu karmaşaya, her an herşeyle karşılaşma halini sevdiğini düşünüyor. Sinan Genim’e göre “Dahil olduğumuz doğu kültüründe insan aynı tipte formüle edilmez. İnsanı, şehri, yapıyı aynı şekilde formüle etmek olmaz. Ne batılı ne de doğulu olunur bu formülle. Sakallı Celal adlı felsefeci Türkiye’yi “Batıya giden gemide doğuya doğru koşan insanlar” olarak tanımlıyor. Burası Romadır, her renkten, her dinden, her dilden, her ırktan insan yüzyıllardır vardır ve herkes kendi hayatını sürdürür, kimse kimseye karışmaz. Aristo’nun dediği gibi farklı inançtan, farklı insana ihtiyaç var ya da Mevlana’nın dediği gibi yeni söz söylemek lazım.”


Özdemir Asaf  "İstanbul'u martıların kanatlarından seyretmek ister" ya siz? diyorum, “heryerinden seyretmek isterim” diyor. Yahya Kemal gibi tepeden bakmak da isterim, kaleden, kuleden, saraydan, kayıktan, sokaktan, denizden, caminin uhrevi avlusundan da. Bu şehirde insanın yüreğine dokunan yapılar da var, doğa oluşumu da var. İstanbul eskiye göre çok daha yeşil. Kır tepeler binalarla doldu ama daha yeşil. O binaları 2-3 katlı yapsa idik yeşillik örterdi damları. Bütün mesele ölçüyü kaçırmamak, insan ilişkilerini korumak. Komşuluk vazifeleri önde olmalı, kanunla değil.


Petrus Ggyllius’a "dünyada bütün şehirler ölüme mahkumdur, fakat İstanbul, insanlar var oldukça yaşayacaktır" dedirten nedir? Şehri şehir yapan nedir? diye soruyorum bu sefer. Cevabı manidar oluyor.


“İnsandır. Fatih'in sanatla inşa ettiği İstanbul, o yüzyılda bile bütün dünyanın hayranlığını kazanmıştı. Sanatçıları saraya getirmiş ve onlara destek vermiş. Şehri kültür-sanat merkezi haline getirmiş. Ve İstanbul hep yaşamaya devam etmiş. Efes, Bergama, Kayaköy antik şehirdir. Şehirdir ama insan yoktur. 8500 yıllık bu şehir dünyaya adapte olmayı gerektiriyor.”


Dünyanın en uzun süre başkenti olmuş bu şehrin sırrını merak ediyorum. Sinan Genim, “buraya taşra muamelesi yapılamaz. Sırrı, yaşantısı, coğrafi özellikleri, topografyası, yüzyıllardır süren insan potansiyeli. Burası devamlı işgal halinde aslında sürekli yeni gelen var kendi bir kültür oluşuyor. İstanbul kültürü içinde daha farklı, elbetteki 19.20 yy şehir kültürü değil ama daha kozmopolit daha dünyaya entegre düşünce yapısını ortaya çıkaracak. Bu şehrin silüetini teşekkül ettiren yapılanma Kanuni iledir yani fetihten 80-100 yıl sonra.  Şimdi de cumhuriyetin yeni şehri çıkıyor ortaya 1923 de yeni bir şehir yapmaları mümkün değil. “ diyor.


İnsanlık var olduğu sürece, bu mucize devam edeceğini söylüyor. Ve ekliyor. “ Kimse önleyemez. Çağının ötesindeki yapılar kalacak, tıpkı Mimar Sinan’ın eserleri gibi,  kopyalar ömrü dolunca tasviye olacak. Tüm dünya şehirlerinde olduğu gibi.”


Şehirle, geçmişle ve gelecekle böylesine ilgili olur Sinan Genim. Bununla yetinmez elini taşın altına koymaya karar verir. 1989 ve 2009 yılları arasında Beşiktaş Belediyesi, 1994 ve 1999 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis üyeliği, 1999 ve 2004 yılları arasında da Beşiktaş Belediyesi meclis başkanlığı görevlerinde bulunur. 2009 Belediye seçimlerinde AKP Kadıköy Belediye Başkanı adayı olur.


Neleri kaybettik, neleri koruduk, nelerden vazgeçtik  diye merak ediyorum. “Doğal olarak geçmiş yüzyılı kaybettik ama aklımızı başımıza toplarsak, gerçekten işi ehline verirsek, çağdaş değil çağın ötesinde işlere destek verirsek işler hızlanır. Vermezseniz önleri kesilmez değişim süreci uzar sadece Değişmeyen tek şey değişimdir. Büyük ailelerden vazgeçtik, ekonomik olarak onu yaratmak mümkün değil.” Diyor.


Dünyaya tekrar gelsem gene aynı şeyleri yaparım diyecek kadar memnun hayatından, yaşadıklarından. Dolu dolu yaşıyor hayatı.  “Keşkeleriniz  ve pişmanlığınız var mı” soruma da son derece net bir cevap alıyorum. “Keşkeleri aptallar söyler” diyor.


İSTANBUL VAZGEÇİLMEZİM; BU ŞEHİRDE DOĞDUM BU ŞEHİRDE ÖLEYİM


Miladı dolan herşey istemesek de gidiyor dolayısı ile vazgeçilmezim yoktur diyor. Ama sonra ekliyor, “15-20 gün uzak kalsam bu şehir burnumda tütüyor. İstanbul’da yaşamaktan vazgeçmem.”


Sinan Genim, İstanbul II Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu üyeliği yapar.  1985’ten beri Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’na, 1994’ten beri Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’na gönlünü koyar. Yirmiden fazla kuruluşda gönüllüdür aslında. 67 makale-tanıtma-bildirisinin yanısıra düzenlediği 12 sergi akıllarda kalır. 1994 yılında IV. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri, Yapı Dalı "Koruma Sanatı" Ödülü’nü almaya hak kazanır. Kitaplarının yanısıra dergi ve gazetede makaleleri yer alır. Belgeseller hazırlar. 2012 yılında ise Avrupa Yakası’ndan sonra Konstantiniyye’den İstanbul’a, XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi’nin Anadolu Yakası Fotoğrafları  adlı kitabı yayımlanır.


Bir devrin İstanbulunu eşsiz kıyıları, çarpıcı yapıları, gündelik hayatı ve ilginç kişilikleriyle gözler önüne seren bu eserleri önemli. Murat Bardakçı, “Melling’den sonra İstanbul için böyle bir işi sen yaptın “der Bu önemi farkeden bir üniversite görsel belgeleri değerlendirme dersi koyma kararı alır. Kitaptaki resimler çok değerli gerçekten. Kavak’ta çeşme yalağında çamaşır yıkayan kadın da var, ceylanı ile duran subay da. 


Star


Geri Dön