İzmir, Türkiye metropolleriyle aynı sorunları yaşıyor!
Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Başkanı Gökhan Erkan, İzmir'in mevcut durumunu, plan iptal süreçlerini, Türkiye genelinde planlama süreçlerini ve İzmirde bu süreçlerin zuhur ediş şekillerini kuramsal bir perspektifle anlattı
Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi Başkanı Gökhan Erkan ile gerçekleştirdiğimiz röportaj kapsamında; İzmir kentinin mevcut durumu ve plan iptal süreçleriyle birlikte Türkiye genelinde planlama süreçleri ve İzmirde bu süreçlerin zuhur ediş şekillerini kuramsal bir perspektifte konuştuk.
İzmirin mevcut durumu ve Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesinin İzmirin planlama sürecine bakışı nedir İzmir son dönemde plan iptalleri ve tartışmalı planlama süreciyle gündeme sıklıkla geliyor bu bağlamda zaman zaman konunun bir tarafı da Şehir Plancıları Odası oluyor. Bu anlamda neler söylemek istersiniz
İzmir kenti, Türkiyede bulunan metropol kentlerin yaşadığı sorunları genel anlamda yaşayan bir kent. Plan iptalleri konusunda ise şunu söyleyebilirim; planların iptallerinden önce tartışılması gereken "neden bu kadar fazla iptal olacak plan hazırlanıyor" sorusu. Bizim idari yargı nezdinde de kamuoyu nezdinde de planı koruyan bir yaklaşımımız var. Ama son dönemde, özellikle son 7-8 yıldır, normalleşmiş bir plan hazırlama sistemimiz var ki bu kapsamda planlamanın bilimsel temelinden tamamen uzak çalışmalar hazırlanıyor.
Bu perspektiften ele alacak olursak ilk olarak planlama süreçlerinde veri olarak kullanılması gereken bilgilerden bağımsız bir şekilde plan hazırlanması, keyfi bir planlama süreci yaşanması anlamında usulen sıkıntı yaşanıyor. İkinci olarak da kamu yararı ilkesinden uzak plan kararlarının üretilmesine dayanan esas boyutu var. Bunlar bir araya geldiğinde yargının plan iptali için verdiği iki temel karar ortaya çıkmış oluyor; birincisi açıkça hukuka aykırılık ve bununla beraber uygulanması halinde telafisi güç ya da imkansız zararlar doğurması. Dolayısıyla bir plan iptal ediliyorsa burada bir sorun var demektir.
Buraya kadar bahsettiklerimiz, dava süreçlerine ilişkin genel bir değerlendirmeyi kapsıyor. İzmir kentine odaklanacak olursak; İzmir kentinin Türkiye metropollerinin yaşadığı sorunları benzer şekilde, bazılarını çok daha şiddetli bazılarını daha az şiddetli, yaşayan bir kent olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle de günümüz kentleşme süreçlerinden çok bağımsız bir kent değil. Bu gerçekliğin başında büyük ölçekte göç alması, doğal değerleri nedeniyle yapılaşma bağlamında belirli eşiklere sahip olması geliyor.
Yine son 7-8 seneyi kapsayacak şekilde bahsedeceğim, Türkiyenin ekonomisindeki değişimden, üretici ekonomi yerine arsa spekülasyonu üzerine kurulu bir ekonomiye geçişten, kaynaklanan bir yapılaşma sorunu var. Bir yandan da kentlerin sorunlarını çözme aşamasında hukuki zeminden kaynaklanan sıkıntılar mevcut. Parçacı planlama mevzuatı, çok başlı kurumsal yapılanma ve yeni ölçeklerde tanımlanan planlar Türkiyede planlama sistemini açıkça darmadağın etmiş durumda.
Peki, bu yapı içinde İzmirde neler oluyor
İzmirin öncelikle geçmişten biriken geleneksel metropol kentlerde olan sorunları var, bununla birlikte son 10 yılın ürettiği sorunları var. Ama şunu söyleyebilirim; İzmir diğer metropol kentlerimize kıyasla görece iyi konumda. Yapılaşma konusunda özellikle yeni hazırlanmış Nazım Planlarına baktığımızda büyük oranda kentin yapılanmasını belli kriterlere hassas kalarak gerçekleştirmeye çalışan bir süreç görebiliriz. İzmir, Nazım İmar Planını hazırladı ve onayladı, söz konusu planlar bazı revizyonlar gördü ve süreç içinde Odamızın da itirazına konu oldu ancak söz konusu çalışmalar hazırlandı. İzmir kenti, plan hazırlığı anlamında belli bir aşamaya gelmiş durumda ama bu planlar hazırlanırken bir yandan da bu planlara dışarıdan müdahaleler söz konusu oluyor, özellikle merkezi düzeyde.
Tam bu noktada Genel Seçim döneminde İzmir için gündeme gelen "35 İzmir 35 Proje" çalışmasını sormak isterim. Sizce söz konusu projeler kentin mevcut planlarına uyum gösteriyor mu
Plan ve proje çalışmaları bir arada giden çalışmalardır. Dolayısıyla bir projenin gerçekten bir proje niteliğine sahip olması için, bir plan kararı olarak gelmesi ve bu kararı uygulama etaplarına kadar tanımlayan bir dizi etüdlerinin yapılmış olması gerekir. Söz konusu projelerin büyük çoğunluğunun etüdleri yapılmış değildi.
Tabii bu çok yakın bir dönemin fenomeni Aslında İzmirin kentleşme sorunları ve tarihi ile ilgili bir soruya cevap verirken "35 İzmir 35 Proje" çalışmasını referans vermek çok doğru değil. Ancak söz konusu "hediye proje dağıtma" durumu ya da "büyük ölçekli kentsel proje müjdeciliği" ilk defa bu Genel Seçimlerde rastladığımız bir fenomen oldu. Daha önceki genel seçimlerden alışageldiğimiz durum daha çok tapu dağıtımlarını, büyük ölçekli sanayi tesislerinin kurulmasını, büyük kalkınma projelerini kapsıyordu. Bunlar genellikle ülkenin geneline hitap eden ve üretim sektörü üzerinden giden vaatlerdi. Bu dönem, doğrudan kentlere yönelik vaatleri kapsayan, sanki belediye başkanı seçiyormuşuz gibi bir çeşit "kentsel proje hediyeleriyle" milletvekili adaylarını seçtiğimiz bir dönem oldu. Bu stratejinin başarılı olup olmadığını bundan sonraki süreçte kamuoyu takdir edecektir.
Biz, Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi olarak, "35 İzmir 35 Proje"ye dair bir rapor yayınladık. Söz konusu projeler, belli başlıklar altında yer alıyordu ve bu kentte tartışılmış olan ve bu kent için uygun olmadığı düşünülen projeleri de kapsıyordu. "Bu projelerin kendisi İzmir için faydalı mıdır" sorusunu olumlu bir şekilde yanıtlayamıyoruz açıkçası. Çünkü uzun yıllarca hazırlanmış, önemli kaynak aktarılmış, araştırmaları yapılmış Nazım Planlar mevcut. Planlamanın kendisini, bir sorun çözme amacı olarak tanımlayabiliriz. Dolayısıyla söz konusu planlar, kentin belli sorunlarını çözmeye yönelik belli aşamaları da içeren planlardır. Bununla birlikte bahsettiğimiz projelerin planlar ile uyumlu olması beklenir. "Hediyeler" ile yerel yönetimler tarafından "kentin anayasası" olarak tariflenen unsurun bir uyum içerisinde olması gerekirdi ancak, maalesef bu iletişimin uyumlu olmadığını gördük. Örneklerini de yaşıyoruz; Konak Tüneli Projesi ve Tüp Geçit Projesi gibi.
Son dönemlerde İzmir için gündemde olan projelerin benzerlerinin İstanbul kenti için de gündeme geldiğini söyleyebiliriz.
Evet, çünkü üretim ekonomisinden çıkıp tamamen sıcak paraya, ticaret sektörüne dayalı bir ülke ekonomisi yaratıyorsanız, bunun temel ticaret mallarından biri arsa ve inşaat sektörü; inşaat işlemlerinin geliştirilmesi ve buna bağlı olarak inşaat işçiliği sayesinde işsizlik oranlarının düşürülmesi bu anlamda gündeme geliyor. İnşaat sektörü elbette çok önemli, yapılanma hareketinin gelişen kentlerimizde özellikle çok ciddi düzeylerde olması gerekiyor.
Ancak bu noktada Türkiyenin ekonomik yapısı içinde önemli kalemler nereden karşılanıyor diye düşündüğümüzde karşımıza birkaç aşama çıkıyor.
Bunlardan biri; kent merkezlerinde kamu mülkiyetinde bulunan arazilerin ihale edilerek satılması. Bu tür alanların şüphesiz ekonomik bir değeri bulunuyor ama kamu mülkiyetinde bulunan bu arazilerin aynı zamanda ekonomik maliyetle ölçülemeyecek hizmet sunma olanakları da bulunuyor. Bu kaynakların kullanımı ile Türkiye ekonomisi kendini ancak bir dönem idame ettirebilir.
İkinci boyutu; kent içindeki kamu yapılarının satışı. Söz konusu ikinci boyut; tekel binaları, tütün depoları gibi kent içinde kalmış tarihi toplumsal bellek ürünü olan yapıların satılmasını ve bu yapıların iş merkezlerine, alışveriş merkezlerine, ticaret merkezlerine ya da otellere dönüştürülmesini kapsıyor.
Bir diğer boyut; son dönemde yapılmaya başlanan ve özellikle turizm sektörünü etkileyecek olan 'tip dereceleri' düşürülerek belli alanların yapılaşmaya açılması konusu. Bu durum, turizmin kendi kaynağını tüketmesi halini beraberinde getiriyor. Çünkü turistler, söz konusu bölgeleri doğal ve tarihi nitelikleri için tercih ediyor ancak bu bölgelerin doğal yapısını bozacak düzeyde yapılaşmaya açılması yönündeki kararlar turizmin kendi kaynağını tehdit ediyor.
Bir de özellikle İstanbulda söz konusu olan kent merkezindeki eğitim tesisi alanlarının satılması durumu mevcut.
Bu ekonomik model, sürdürülebilir bir model değil çünkü az önce sıralamış olduğumuz kamu mülkiyetinde bulunan arazi ve yapılar zaman içerisinde tükeniyor. Bu durum da şöyle bir geri dönüşe neden oluyor; söz konusu hizmet sunum alanları, yani kamu mülkiyetindeki araziler, kamunun elinden çıktığı için kamu hizmet sunma ihtiyacı duyduğu anda elinde uygun arazisi bulunmuyor dolayısıyla çok büyük rakamlarda kamulaştırma bedelleri gerekiyor.
Örneğin kent merkezinde bir eğitim tesisi yapmak için kamu arsa bulamadığı takdirde çok ciddi kamulaştırma yapmak durumunda kalıyor. Bunu yapamadığında ise yer seçimi bakımından hiç uygun olmayan alanlara bu hizmeti taşımak durumunda kalıyor. Dolayısıyla bu durum insanların erişim maliyetlerini etkiliyor, arttırıyor. Bizler şehir plancıları olarak ilkokul tesislerini, konut alanlarında, yürüme mesafelerinde planlamaya çalışırız ancak gerçek yaşamda baktığımızda ekonomik modeller nedeniyle bu sistemin uygulanamadığını görüyoruz. Bu, ilkokul tesis alanları üzerinden bir örnek, aynı durum farklı kentsel donatılara ulaşım anlamında da geçerli. İnsanların mahalle düzeyinde erişebilecekleri hizmetleri etkileyecek satış üzerine kurulu bir makro ekonomimiz var.
yapi.com.tr