Kentsel dönüşüm politikaları 4 gerekçeye dayanır!
Bingöl Online Gazetesi köşe yazarı olan Yılmaz Ekinci bugünkü yazısında kentsel dönüşüm politikalarını ve marka şehirin nasıl olunduğunu anlattı. İşte o yazı...
Türkiye'de kentsel dönüşüm politikalarının literatürde dört farklı gerekçeye dayandırıldığını görmekteyiz. Tarihi semtlerin inşa ve restore edilmesi, kaçak yapılaşmanın (gecekondu) engellenmesi, deprem riskinin azaltılması, yaşam alanları ile sanayinin birbirinden koparılması ve şehrin sanayisizleştirilmesi temel ilke olarak ele alınmıştır. Oysa pratik yaşamda bunun gereğinin yapılmadığını, kentsel dönüşüm politikalarının daha çok ranta dayalı ve sosyal bir mühendislik uğraşısı olarak önümüze çıktığını görmekteyiz. Aslında kentsel dönüşüm politikaları, zamanla niteliğini kaybeden, fiziksel ve çevresel yönlerden bozulmuş ve köhnemiş, sosyal ve ekonomik açıdan dışlanmışlıkla karşı karşıya olan mekansal alanlarının belli sosyal ve ekonomik programlara göre yenilenerek /dönüştürülerek yaşanabilir alanlara kavuşturulması uğraşısı iken, maalesef rezidanslara, AVM'lere ve ticari rantlara kurban edilen bir imar faaliyetine dönüştüğünü görmekteyiz. Ülkemizde kentsel dönüşüm politikaları ne yazık ki parsel bazlı ve arsa pazarlama stratejileri üzerinde bina edilmiştir. Ekonominin canlanması ve büyümesi de inşaat sektörüne bağlı kılınmıştır. Başka bir değişle, üretime dayalı olmayan, kolay zenginleşmenin ve ranta dayalı kazançların özendirildiği bir alan olarak görülmüştür. Ada bazlı parsel uygulamaları, kentsel dönüşüm adı altında rant mekanizmalarının kurulmasına sebep olmuştur. Şehirler, imardan uzak mimariye kurban edilmiş ve ciddi kent planlamalarına dayalı olmayan dönüşümlerin sosyal anemiye neden olacağı kanun koyucusu tarafında öngörülmesi gerekirken ne hikmetse bu alan olduğu gibi boş bırakılmıştır. Kentsel tasarımın sosyal mühendislikle bir araya gelmesi, kritik demografik kırılmalara neden olacağı, sırf binaların yıkılması, değiştirerek dönüştürülmesi ve mekânsal alanlarının sosyal dönüşümün bir aracı olarak kullanılması son derece tehlikeli bir iş ve işlem olacağı öngörülmelidir. Kentsel dönüşüm ile konut sahipliği arasında kurulan ilişkinin boyutları iyice analiz edilmelidir. Düzenli geliri olmayana, her ay ödeme yaparak ev sahipliği yapma anlayışının çeşitli sosyal problemlere neden olacağı ortadadır. Oysa ülkemizde belediyeler, konut politikalarında mülkiyet hakkından ziyade 'kullanım hakkı' yani "sosyal kiracılar grubu" diyebileceğimiz grupları hiç dikkate almadıkları görülmektedir. Kentsel dönüşüm, şehrin özelleştirilmesi için bir araç olarak kullanılmamalıdır. Daha çok kamusal alanların, meydanların ve sosyal birlikteliklerin nasıl tezahür edeceği bir alan olarak öngörmek gerekir. Özel sektöre ve zenginleşmeye mahal bırakmayacak içerikte olmalıdır. Şehrin parçalanıp, sağılmaması için çevrenin ve ortak mirasın korunması gerekir. Onun için kamunun kısa, orta ve uzun vadeli master planları olmalı; çıkarlar arasında denge sağlayarak yasal prosedürler acilen çıkarılmalıdır. Sosyal dokudan arındırılmış, kamusal alanların yok edilmesi ve her tarafa çok katlı sitelerin dikilmesi, sosyal anemiye ve yabancılaşmaya neden olacağını öngörmek gerekiyor. Şehir imarında dikkat edilmesi gereken sadece arazinin imara açılması değil; yapıların mimari özelliği, bireylerin günlük yaşamları; çevrenin korunması, ekonomi faaliyetlerinin sürdürülebilir olması, altyapı ve geri dönüşüm bütünselliği, enerji tasarrufu, güneşten, rüzgardan maksimum düzeyde yararlanma, ortak yaşam alanlarının çoğaltılması, konutların sağlamlığı ve işlevselliği ve benzeri faktörler bir şehrin olmazsa olmazlarıdır. Sadece işlevsel açıdan şehri ele almak gerekli bir koşuldur fakat yeterli bir koşul değildir. Bunun yanında bireyin kendine ait kimliğinin korunması, mekanla ilişkilendirilmesi ve bu kimliğin estetiksel bir yapı ile taçlandırılması temel amaç edinmelidir. Bugün çoğu şehrimiz kendine özgü mimari stilini koruyamadığı gibi benzer ve türdeş yapıların her tarafta aynı şekilde sirayet ettiği bir gerçektir. Neredeyse sosyal, coğrafi ve kültürel öğelerin dışlandığı yeni şehirlerle karşı karşıyayız. Kimliğini kaybeden şehirlerin dünyada marka olmayacağı ortadadır. Günümüzde ise mimarlık ve imar arasında kurulan bağlantı sorunludur. Mimarlığı ve imarı sadece bina tasarlamaya indirgeyen bir anlayış sorunludur. Bugün şehirlerimizde "kamusal alanlar" denildiğinde, AVM'ler, plazalar ve kapalı mekanlar anlaşılıyor. Oysa bunlar birer tüketim alanlarıdır. Ülkemizde "kamusal alan" denildiğinde, "devlet" denen aygıt tarafında dönüşümcü sosyal mühendislik alanı olarak görülüyor. Oysa bu alanlar, farklı sosyal grupların yaşadığı, birbirleriyle ilişki kurduğu, dışa dönük yaşamların nefes aldığı ve doğayla uyumlu olan yerler olarak anlaşılması gerekirken bunun gereğinin yapılmadığını görmekteyiz. Bugün şehirlerimiz; bireyi izole eden, bireyi içine kapatan, yaşam coşkusunu tüketime indirgeyen, coğrafi farklılıkları, topoğrafik özellikleri ve beşeri unsurları; apartmanlaşmayı milli bir politika olarak gören, jakobenist devlet aklı tarafından adeta teşvik edilmektedir. Çevresel ve beşeri faktörleri dikkate almayan kalkınma ve şehir planlamaları, yerleşim yerlerini yaşanmaz kılmakla eşdeğerdir. Kadim şehirlerimizi bu yanlış imar uygulamalarından bir an önce kurtarmamız gerekiyor. Günümüzde bir çok şehir "yeşil şehir" olma yolunda önemli çalışmalar yapıyorlar. Bir şehrin diğer bir şehirden daha yeşil olduğunu anlayabilmemiz için daha çok trafiğe kapalı yollar, kişi başına düşen yeşil alan, bisiklet yolları, geri dönüşüm programları, yenilenebilir enerji kullanım miktarı, çevrenin korunması için yeşil toplum projeleri ve ekonomide yenilikçi stratejiler belirliyor. Örneğin bugün Almanya'nın Freiburg şehrinin en büyük özelliği, hiç otomobil kullanılmayan bir şehir olmasıdır. Dünyanın bütün şehirleri trafik sorunu yaşarken Freiburg bu sorunu yaşamayan bir şehirdir. İsveç'in başkenti Stokholm şehrinin %30'u yeşil alanlardan oluşuyor. Dünyanın en pratik şehri olmaya çalışan Danimarka'nın Kopenhag şehri 2015'e kadar nüfusunun %50 sinin işyerine ve okula gitmeleri için bisikleti tercih etmeleri hedeflerini ortaya koymuş. Farklı alternatif yaşam ortamlarına imkan tanıyan şehirler, cazibe merkezleri olmaya adaydırlar. Aksi takdirde birbirine benzeşen ve yaşamı çekilmez kılan şehirler, marka kent olamazlar. Sonsöze önsöz olabilecek bir dille meramı anlatırsam; bir şehre, o şehrin dışında başkaları (yabancılar) gelip yaşamıyorlarsa, o şehir "marka şehir" olamaz.
Yılmaz EKİNCİ/Bingöl Online Gazetesi