Kötü mimari kentin siluetini bozuyor!
Medya ve kamuoyunun mimari konulara istisnai ilgisi Taksim ve Cami mimarisinden sonra Haliç Köprüsü ve silueti üzerinden sürüyor..
Ara Güler gibi İstanbul’un gözü, Murat Belge gibi dili ve sesi olmuş kişiler de söz alınca akan sular durur gerçi, ama konu Haliç ve siluet olunca, kaldıracağı epeyce lâf var. Önce: Haliç’e yapılacak köprünün silueti bozacağına kuşkum yok, ama neden ve nasıl? UNESCO’nun başlattığı hata elbirliği ile pekişiyor. Bozma nedeni külliyelerin
önünü kapatması değil, nesneler ve binalar aynı sıra ve hizada olmadıkça başkalarını kapatamazlar, çünkü her yer/şey gibi şehir de perspektif içinden algılanır, dolayısıyla bir köprü ne kadar çirkin olsa perspektifi kapatamaz; sorun başkadır. Hata şurada sanırım: şehir, sinema salonu gibi değildir, nasıl önümüzde kabarık saçlı biri olunca perdeyi göremezsek bu algı şehre de taşınıyor. Oysa ilkinin nedeni aynı sıra ve hiza düzeni içinde oturulmasıdır, yeryüzünde nesneler ve binalar böyle sıralanmazlar, perspektif açıları baskın olacaktır. Peki, Haliç’teki köprüye karşı çıkmak neden meşrudur o zaman? Çirkin ve uyumsuz nesne, ardını kapatacağından değil görünmez olamayacağından varlığıyla çevreyi (burada Haliç’i) zedeler. Baskın özelliği geçirgenlik olan tasarım, daha görünmez olabilirdi. Belge, köprünün bir nesne olarak felsefesi olmalı demiş, aslında bütün binaların olmalıdır; yapılabilecek sayısız binadan niye ötekilerin değil de onun yapıldığı hakkında okunaklı bir mesajı, güvenli bir duruşu olmalıdır.Ağaoğlu,Hürriyet ’te Zeytinburnu’na fare yuvası demiş. İnsanların 50 yıldır yaşadığı yer fare yuvası olamaz; kaldı ki Zeytinburnu da kentleşmenin her türlü zaman ve mekân katının izini taşıyan erken gecekondu bölgesi olarak otantik özelliğe sahiptir ve kendine has kriterlerle korunması gerekir. Tabii orada hassasiyetle yorumlanacak olan, siluet değil iç örüntü katmanlarıdır. Ama zaten Ağaoğlu, TOKİ gibilerin tahammülsüzlüğü tam da patina dediğimiz yaşanmışlık emarelerine. Şehir dedik, ama her yer/şey perspektif olarak algılanır; mesela oturma odamıza berbat bir halı koysak 1 cm’lik yüksekliği ile eşyaların önünü kapatacağından değil, odanın her yerinden görünüp tüm açıları birden berbat edeceğinden bozar odayı. Demek ki Haliç’teki durum dile geldiğinden daha da vahim, sırf Süleymaniye’nin ve/ya Ayasofya’nın konturları değil, bütün farklı perspektifleriyle Haliç kurban gitmiş olacak köprüye. Tüm kırılganlığıyla Haliç kaldıramaz bu yükü. Ağaoğlu’nun Hürriyet’teki yorumu: siluet bu kadar dokunulmazsa Ayasofya’dan sonra Süleymaniye de yapılamazdı® mantığı, sadece şehir değil her türlü tarih yorumu bakımından geçersizdir ve Türkçemizin “hala-amca” özdeyişi hazırcevap bir klişe olarak durmaktadır kültürümüzde; Tabii ki siluet tek kriter değil, ve zamanında Sultanahmet’e bugünün bakışıyla karşı çıkılsaydı, nedeni siluet değil, gömdüğü Bizans sarayı olurdu, ama şehrin en önemli özelliği devingenliğidir ve her yeni yapı vs. müdahale yeni bir durum doğurur. Zaten Ağaoğlu gibi şehrin yüzde 70’ini arsa olarak görmek için sadece değişimi değil, hiçbir özelliğini anlamamak gerekir ve sadece yanlış değil, tehlikelidir de; çünkü, şehirlilerin yaşamlarını ve hatıralarını kıyıma uğratmadan şehri silip süpürmek mümkün değildir.
Sembol
Bir de naif sembolizm meselesi var ki buradan Belge’nin dediği felsefi konulara geçilebilir. Buradaki boynuz gibi, bir yerin tesadüfi bir özelliğini alıp ona öykünmek, takınılabilecek en naif ve düşünceye/ duyuya/ duyguya kapalı tutumdur. Nevzat Sayın kayısı gibi mi yapsaydı Malatya’daki camiyi? Haliç’in ucu uçaktan bakınca boynuzu andırır; ve yine tesadüfen mitolojik atıf ile Batı dillerinde “altın boynuz” denmiştir. Boynuz formunu üçüncü boyuttaki köprü ayağına taşımanın, CHP binasını altı oka benzetmekten farkı yoktur. Daha beteri altın rengine boyamak olurdu, naif sembolizm etrafı manasızca kirletir, hantal ve sakar izler bırakır. Oysa İstanbul ve Haliç izi sürülebilecek ne ilham kaynaklarıyla yüklü, naif sembolizm hepsinin önünü kestirmeden tıkıyor.
İzlenim
Bir konu daha var: siluet yan yana nesneleribirleştirip silen konturla sonlanır, çizginin altında kalan perspektifteki binaların titrekyığını izlenimci eğilimi pekiştirir; amatitremeyi sınırlayan ufuk çizgisi, doğudaysa sabah, batıdaysa akşam arkasından gelerek, kontur çizgisi
kadar onun sınırladığı titrekliği de dramatize eden güneşin, zemin oluşturan kızıllığını da unutmamalı,işte iyi bir tasarım, uçaktan görünen şekille değil, ortamın bu türden özelliklerini
yorumunun parçası kılarsa arka-planı ve felsefesi olmaya başlar; felsefe de başka ne olabilir zaten? Kant’ın, Hegel’in sayfalarından çıkacak değil ya. Dahası da var siluetten söz açılınca:Türkiye’de de mimarlık yapmış Bruno Taut’un şehri sadece plan düzleminde ve yerde değil ufuk çizgisinde ve gökyüzünde de arayan Stadtkrone (şehir tacı) imgeleri de var dağarcığımızda, ki bu ütopyanın Haliç’in tepelerindeki dev cami kubbeleriyle taçlanıp, medreselerden serpilip yamaçlara yayılan siluetinden daha sarih örneği yok herhalde. Bunlar dururken naif sembollere takılmak anlaşılır şey değil.Köprü ve konstrüksiyon Üstelik iş siluetle ve yerin ruhunu yorumlamakla da bitmiyor. Bir de masif taş ayakları ve çelik konstrüktif gövdesiyle köprünün kendi tarihi ve açılımları var. 20. yüzyılın başından ve sonundan iki yorum (Otto VVagner ve Norman Foster) ile üçüncü örnek Chicago’daki aerodinamik sofistike formunu sekiz şeritli cehennemi trafik gürültüsü ve keskin Chicago rüzgârının ayazından korunma refleksinden alan BPyaya köprüsü ki, birlikte keşfettiğimiz Can Çinici ile bize Gehry’nin bildiğimiz en iyi işi dedirtmiştir. Sıradan olması mukadder bir üst-geçit, devasa binalara şekil vermiş Frank Gehry gibi öncü bir dünya mimarının zengin külliyatından daha fazla kredi toplayabilmiştir. Bunlarla sınırlı değil tabii, mimarlık-mühendislik arakesiti tarihi, yerini güzelleştirirken iyileştiren örneklerle dolu. Konu köprüyle de sınırlı değil, örneğin Calatrava’nın Liege’in merkezine yaptığı garın strüktürü, diğer işleri gibi, sadece transfer merkezi benzeri işlevler değil, her türlü konstrüktif iş için ilham verici; sadece o da değil, Cecil Balmond, Hanif Kara gibi taze- soluklu mühendislere de kulak vermek ihmal edilmemeli bu arada; ama ilhamı alıp kulak kesilecekler, sadece tasarımcılar değil programlara karar veren yöneticilerle; yarışmaların problem tanımıyla kadrosuna ve kazananına karar veren jüriler de olmalı.
Taraf/İhsan Bilgin