25 / 11 / 2024

Medeniyet Kurucu Şehirler paneli yapıldı!

Medeniyet Kurucu Şehirler paneli yapıldı!

Mimar ve Mühendisler Grubu tarafından düzenlenen ‘’Medeniyet Kurucu Şehirler: Tokyo, İstanbul, Paris, New York’’ konulu panel İTÜ Mimarlık Fakültesi Taşkışla Prof. Nezih Eldem Salonu’nda gerçekleştirildi




Mimar ve Mühendisler Grubu tarafından düzenlenen Panele MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Genel Başkan Yardımcıları Yard. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Kadem Ekşi, Murat Öztürk, Yavuz Sarı ve İTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Orhan Hacıhasanoğlu ile çok sayıda konuk katıldı.

Oturum Başkanlığını MMG Genel Başkan Yardımcısı ve Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı Osman Şahbaz’ın üstlendiği panelde İTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden Prof Dr. Ayşe Sema Kubat ’’Tokyo’’, İTÜ Çevre ve Şehircilik Uygulama – Araştırma Merkezi Müdürü Prof Dr. Nuran Zeren Gülersoy ‘’İstanbul’’, İstanbul AREL Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı Prof Dr. Murat Aykaç Erginöz ‘’Paris’’ ve Maltepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nazif Gürdoğan ‘’New York’’’ konulu birer konuşma yaptılar. Panel sanat tarihçisi, fotoğrafçı Sabahattin Kiriş’in ‘’Anadolu Medeniyetleri’’ konulu sinevizyon gösterimiyle başladı. 


Panel moderatörü Osman Şahbaz konuşmasına; bugün medeniyet kurmuş şehirlerin dünya üzerindeki mimarlık, şehircilik ve yapılaşmadaki etkilerini hocalarımız geniş ve teferruatlı bir şekilde ufuk açarak konuşacağız. Budapeşte’den dün gece döndüm. Budapeşte malumunuz Gotik mimarisi, müzeleri, tiyatroları, opera salonları ile 19. yy.’daki özelliklerini koruyor. Buda ve Peşte’deki her bina ayrı bir mimariyi ve dünyayı ifade ediyor. Bu, mimarideki farklılık hep bir arada inanılmaz özgünlük ve güzelliği oluşturuyor. 1918 yılına kadar süren Avusturya Macaristan İmparatorluğunun mimarisini ciddi bir şekilde Buda’da ve Peşte’de hissedersiniz.

İstanbul’u ise şair Nedim şöyle ifade etmiştir; Bu şehr-i Stanbul ki bi misl ü behadır

Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. İstanbul; Nedim’in dilinde öyle bir şehirdir ki, dünyada bir benzeri yoktur ve kendisine paha biçilemez: tek parça bir taşına bile ülkeler feda edilir. Bizlerde işte bu şehirde, metropolde ‘’Başşehirde’’ yaşıyoruz. Dünyada bazı başkentlerde nüfusun azaldığını görüyoruz. En taze örnek ise, Budapeşte’dir.2011 yılındaki son sayımlarda ilk defa iki milyonun altına düşmüştür. Her yıl yirmiikibin kişinin azaldığını görüyoruz.

Özellikle globalleşen dünyada yerelliğin azaldığı bir dönemi yaşıyoruz. Toplumların yerel özellikleri ve geleneksel yapısı azalıyor. Birbirine çok benzeyen bir süreçten geçiyoruz. Kültürlerin ve geleneklerin bu kadar birbirine yaklaştığı süreçte geleneksel yapılar korunabilecek mi? Bu hızlı ve güçlü gelen finansal yatırımları ne kadar doğru yönlendirebiliyoruz? Bu tür sorulara cevap arayacağız.


Panelde selamlama konuşması yapan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, ‘’Medeniyet Kurucu Şehirler’’ konusunu işlediğimiz bu panelde medeniyetlerin beşiği olan Anadolu’nun önemine değinerek; ‘’Anadolu birçok medeniyetin kurulduğu ve hala izlerini günümüze taşıyan önemli bir yerleşim alanıdır. Günümüz medeniyetlerini bu toprakların bereketi üzerine kurduğumuzu unutmadan inşa etmeliyiz. Ülkemizde gerçekleşen afetler sonrası binaların depreme karşı dayanıklılığını sorgulamaya başladık. Ancak binalarımızın dayanıklılığını sorgulamak tek başına yeterli değildir. İnsani ölçekleri gözeterek, mimari ve estetik değerleri de düşünerek bir planlamaya gitmeliyiz. Dünyada medeniyet kuran şehirlerin en önemli özellikleri bulundukları bölgelerde bir cazibe oluşturmalarıdır. Bu şehirler insanlara sağladığı yaşamsal imkanlarla geleceğe önemli değerler taşıyorlar. İstanbul’da bu bağlamda geçmişten günümüze önemli medeniyetleri barındırmış bir şehirdir. Bir çok medeniyete başkentlik etmiş bu şehir tarihi aşan ve dünyanın övgüsünü hak etmiş bir yapıya sahiptir. İstanbul gibi Tokyo, Paris ve New York’ta geçmişini geleceğe taşıyan önemli şehirlerdir. Bu şehirleri anlamak ve bu medeniyetleri geleceğe taşımak insanlığın en önemli vazifelerinden birisidir.

İTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Orhan Hacıhasanoğlu’da yaptığı açılış konuşmasında mimari ve estetik değerleri günümüze taşıyan ve üzerinde kurulmuş medeniyetleri günümüze taşıyan şehirleri anlamanın önemine değinerek; ‘’Metropoller günümüz yerleşimlerinde yerini hızla alırken, insanların oluşturduğu şehirleri yaşanabilir halde tutmak önem arz etmektedir. Bu bağlamda medeniyet kuran ve barındıran şehirlerimizi anlamak daha da önemli bir unsur olarak önümüze çıkıyor. Yaşanabilir şehirler oluşturulması şehircilik biliminin önceliğidir. Bu bağlamda şehircilik bilimini geliştirmek ve yaşanabilir şehirler inşa etmek adına düzenlenen bu paneli önemsiyorum.

Panelin ilk sunumunu yapan İTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Planlama Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşe Sema Kubat, Tokyo medeniyetine değindiği konuşmasında şehrin genel özeliklerine değinerek; ‘’2,188 km² alana sahip Tokyo’da 2011 sayımına göre kent merkezinde nüfus 13.189 milyon olup, kentte km2 başına 6,029 kişi düşmektedir.  Bununla birlikte Tokyo’nun yönetiminde olan diğer bölgelerin de nüfusu katıldığında kent nüfusu yaklaşık 32 milyon civarındadır ve bugün Tokyo dünyanın en kalabalık şehirlerinden birisi sayılmaktadır. Tokyo adı kentin merkezi olan metropolitan bölge için kullanılmaktadır. Bunun dışında Tokyo Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı olan 23 bölge söz konusudur, Yıllar boyunca Tokyo nüfusu arttıkça kentin büyümesi Batı yönüne doğru gelişmiştir. Giderek büyüyen Tokyo’nun bu kalabalık nüfusla ileride nasıl başa çıkacağı bugün gündemi en çok meşgul eden sorulardan birisidir. 

Bugün Tokyo şehri merkezden itibaren yaklaşık 60–70 km’ ye varan bir yayılma alanına ve metro ile banliyö hatlarından oluşan raylı sistem ağına sahiptir. Raylı sistemlerin gelişmesi sonucu Tokyo, onları kent merkezine bağlayan tren istasyonları etrafında biçimlenmiş kompakt kentsel birimlerden oluşan bir yapı kazanmıştır.  Böylece kent merkezine ulaşımda otomobil kullanımı da azaltılmıştır.‘’

Tokyo’nun yapısal şekline değinen Prof. Dr. Ayşe Sema Kubat; ‘’Uzak doğu ülkelerinde şehirlerin konumlanışı, dört tanrı ve mistik inanışlara göre şekillenmiştir. Tokyo ilk kurulduğu yer itibarı ile, zengin doğal güzellikleri, eşsiz peyzajı, ve verimli toprağı ile, bir kentsel çevre yaratılması için,  son derece uygun koşulları sağlamıştır. Şehir Tokyo körfezine tepeden bakan, Musashino vadisinin ucunda bir kale şehir olarak kurulmuştur. “Aşağı Şehir” de yaşayanlar, kanallar boyunca veya delta alanlarında “su şehri” diye adlandırabileceğimiz yerleşim alanlarını kullanırlarken,, “Yukarı Şehrin” yönetici ve savaşçılara ait  alanları, yüksek tepeler ve vadiler arasında, yer almaktaydı. Bu bölge aynı zamanda “yeşil şehir”, olarak adlandırılmaktadır.  Şehrin gizemli mekanlarındaki, sırların kilitlerini açmaya çalıştığımızda, “Aşağı ve Yukarı Şehir”in her ikisinin de, farklı topografyaları, yolları, arazi kullanımının yarattığı özellikleri ile bugünün Tokyosunu yaratanın aslında EDO döneminden beri gelen katmanlar olduğunu görmekteyiz. Fuji, Tokyonun sembolü rolünü üstlenmiş durumdadır.  Edo, doğaya entegre olmuş bu yapısı ile, yaşayanlarına, tutarlı bir evren sunmaktadır.’’

Bu günkü Tokyo’nun yapısallığından da bahseden Prof. Dr. Ayşe Sema Kubat; ‘’Günümüz Tokyo’sunun mahalleleri, Japonya’nın genelinde de sıkça rastlanan “dışı kabuk içi dolgu” sözü ile tarif edilir. Dış kabuk ana yollara cephe verir ve yüksek binalardan oluşan bir çember oluşturur, iç alan ise 2 katlı küçük ölçekli binalardan oluşur. Çarşı niteliğindeki caddeler konut alanlarına banliyö istasyonları ile bağlanır. Bu caddeler kısıtlı kapasitelerinden ötürü sürekli yoğun trafik baskısı altındadır. 1910’dan sonra, özellikle 1919’da düzenlenen imar yasası ile birlikte Tokyo’nun banliyöleri hızlı bir biçimde gelişmiştir. Tokyo’da arazi ıslahının geçmişi Edo dönemine kadar uzanır, en hızlı değişim ise 1970’den sonra başlar. Bu dönemde doğal alanların tamamına yakını kaybedilmiştir, kıyı şeridindeki arazilerin %95’i dolgu alanıdır. Liman kıyısındaki kentin oluşumu ise katı atık arıtma sonucu ortaya çıkan çamurun kıyıya biriktirilmesi ile gerçekleşmiştir. Tokyo’da kentsel yenileme çalışmalarında, deprem riski nedeniyle afet yönetimi, ulaşım planlama, kentsel büyümenin kontrol edilmesi, eski kenti koruyarak yenisini inşa etme gibi faktörler ön plana çıkmaktadır. Bu kapsamda, özellikle Yamanote bölgesi çevresindeki yerleşme alanlarında yenileme çalışmaları yapılmış, yüksek katlı binaların inşa edilmesiyle bu bölgenin kimliği tamamen değişmiştir.’’


Panele ‘’İstanbul’’ konulu sunumu ile katılan İTÜ Çevre ve Şehircilik Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy, İstanbul’u birçok medeniyetin buluşma noktası, üç imparatorluğun başkenti, iki kıtayı buluşturan,yedi tepe üzerine kurulan, taşı toprağı altın ve depremini bekleyen şehir olarak tanımladı. İstanbul’un tarihine de değinen Prof. Dr. Gülersoy, tarih içersinde İstanbul’un değişen isimlerini katılımcılara aktardı. Her kentin kendine özgü bir kültür birikimi olduğunu belirten Prof. Dr. Gülersoy, tarihin ve doğanın İstanbul üzerinde yarattığı üstün değerden de bahsetti. 

İki kıtanın da topraklarının bulunduğu İstanbul’u çok özellikli bir şehir olarak niteleyen Gülersoy, “Boğaz kıyılarının aslında önceki dönemlerde suyun altında kalmış bir yerleşim yeri olduğunu dile getirdi. Prof Dr. Gülersoy, İstanbul’un tarihi dokusu ve yapılaşması ile ilgili konuşmasında ise; “1453 yılında Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul’u fethettikten sonra kentin mimari açısından ana yapısını bozmadı. Osmanlı bir dönemde Üsküdar – Sarayburnu arasında deniz altından raylı sistem yapmak istendiği, Hamidiye Köprüsü ile Asya ve Avrupa’yı bağlamak istediği kayıtlarda mevcuttur. Fakat üzerinde tam olarak durulmamış ve o dönem için ütopya olarak kaldı.” diye konuştu. 18. Yüzyıl sonunda boğazın gelişmediğinin ve yerleşimlerin başladığının altını çizen Gülersoy, tarihi bilgi aktarımına şöyle devam etti; “Doğaya açılma merakıyla Boğaziçi’nde saraylar oluşuyor ve Batı’ya açılma, ulaşım çabaları, kent yapısında değişim ve dönüşüm başlatıyor. Tarihi yarımada, Galata’ya bağlayan köprüler, 1840’ta dönüşümün başka habercileri olarak gündeme geliyor.” 


İstanbul’un planlanmasıyla ilgili konuya da kültürel değerlerin korunması bağlamında değinen Prof. Dr. Gülersoy, İstanbul için hazırlanan ilk planın ve planın dayandığı haritanın 2. Mahmud döneminde Moltge tarafından yapıldığı bilgisini verdi. Gülersoy ayrıca bu projede kentin korunması için birtakım önlemlerin alındığını vurguladı. Marmara surlarını izleyen ve sultanın saray duvarını dahi yıkarak kente ulaşan demiryolunu radikal bir değişiklik olarak nitelendiren Gülersoy,  “İstanbul’un ahşap yapılar nedeniyle sık sık karşı karşıya kaldığı yangınlar, yangın sonrası düzenlenen dik açılı parselasyon,  kentsel dokuyu değiştirmeye; bugün kullandığımız ifadelerle dönüştürmeye başlıyor.” diye devam etti. 1950 yılında 1 milyon civarında olan nüfusun, ülke nüfusuna oranlandığında %5.5’i oluşturduğunun bilgisini veren Gülersoy, yıllar içersinde İstanbul’da yoğunlaşan göç nedeniyle bu oranın %15’leri bulduğunu açıkladı.

‘’Paris’’ konulu konuşmasına şehrin tarihini anlatan bir slayt gösterisi ile başlayan İstanbul Arel Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Murat Aykaç Erginöz; ‘’Fransa’nın sorunlarından bahsederken karşımıza her zaman başkent çıkıyor. Bu durumu yadırgamayışımız belki de alışmış olmamızdan kaynaklanıyor. 1789 devrim günlerinden komünün yıkılışı olan 1871 tarihine kadar süregelen dönemin, başkentin ekonomik ve siyasi yapısından fazlasıyla etkilendiğini görüyoruz. Sık sık Paris ve Fransa’ya ya da Fransa’nın Paris’e karşı oluşandan bahsedilmiştir. Paris her şeyden önce Fransa’nın kalkınmasına kılavuzluk eden bir mittir. Başkent Paris siyasi mekanizmaların daha yoğun daha kompleksleştiği bir şehirdir. Siyasi iktidarın merkezi oluşu dolayısıyla ekonomik ve askeri güçlerin kalbinin attığı Paris şehri, ülkenin birincil piyasası, yani ülke genelinde en genel endüstriyel bölge halini almıştı. Ahlakçıların yozlaşmadan bahsettiği Paris, modern bir Babil’di. Taşra ile Paris arasında denge nasıl kurulabilirdi? Paris’in boğulması nasıl engellenebilirdi?’’

Paris’in gelişiminde felaketlerin olmamasının şehre avantaj sağladığına değinen Prof. Dr. Murat Aykaç Erginöz; ‘’Paris’in aşırılığı Fransa’ya olduğu kadar kendine de fazla geliyordu. Paris’in şansızlığı, kalkınma aşamasındayken, Londra’daki 1666 yangınını ya da Lisonne’daki 1757 depremi gibi diğer başkentlerin başına gelen felaketlerin hiçbirinden nasibini almamış olmasıydı. Şehir durmaksızın restore ediliyor, binaların yeni katlarının yıkıldığını, boş alanların hızla doldurulduğuna tanık oluyordu. İyi niyetli bir plan bile böylesine heybetli bir canavarın karşısında umutsuzluğa kapılıyordu. En iyi çözüm bu işi Parislilere bırakmak değil miydi? Bu soruya Maxime Du Camp “hayır” cevabını veriyordu.’’

Paris’i anlamak için tanımak gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Murat Aykaç Erginöz; ‘’Paris’i anlayabilmek için Paris’in etrafı duvarlarla çevril bir şehir olduğunu anımsamak gerekir. Bugün bile Paris’in bu özelliğinin değiştiği söylenemez. Şehri en geniş açıyla çevreleyen duvarın yerinde bugün, yine şehri çevreleyen bir engel bulunmaktadır. Bu yeni engel, Paris’in eski tarihinde karşımıza çıkan surlardan bile daha büyük bir etkiye sahip olan çevre yoludur. Restorasyon ve Temmuz Monarşisi Paris’i, devrimin ve imparatorluğun yarattığı idari sınırların içerisinde kapalı kalmıştır. Söz konusu sınırları siyaset olduğu kadar vergiler de oluşturmaktadır. Şehir, Etoile Meydanı’ndan Nation Meydanı’na kadar uzanan dış bulvarların paralelindeki duvarla çevrelenmiş durumdadır. Bu güzergahın ulaşımı günümüzde, Etoile’den Nation’a Barbes-Rochechouart’dan geçen ve Etoile’den Nation’a Denfert-Rochereau’dan geçen iki metro hattıyla sağlanmaktadır. Çarpık çurpuk olan bu sokaklardaki dar ve yüksek binalarda bir milyondan fazla sayıda insan yaşamaktadır.’’

Paris’in ekonomik başkentlik olgusuna da değinen Prof. Dr. Murat Aykaç Erginöz; ‘’Paris, Fransız ekonomisinin merkezi haline gelmektedir. Bu daha önce ülke tarihinde karşılaşılmamış bir durumdur.1847’de Paris endüstriyel istatistikleri, başkentin ulaşım ve iletişim yollarının buluştuğu merkez olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine büyük şirketler yönetim merkezlerini, yabancı firmalar da temsilciliklerini Paris’te açmaya başlamışlardır. Buharlı makinelerin sayısının hızlı artışı, Paris ekonomisinin geliştiğinin gerçekçi bir göstergesidir. Bazıları gerçek dışı, bazılarıysa insanı şaşırtacak denli modern olan sayısız proje Paris’i dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Dönüştürme kelimesi moda olmuştur ve birçok kişi can çekişen Paris’in içinde bulunduğu açmazlardan kurtulduğunu görmeyi arzulamaktadır. Günümüz Paris’i Fransa ekonomisinin yanında ülkenin gelişmesinin sembolü olmaya devam etmektedir.’’

Son konuşmacı olarak söz alan Maltepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nazif Gürdoğan günümüz modern kent anlayışının medeniyet temsilcisi ‘New York’ şehrini irdeleyerek, günümüzde tüm şehirlerin birbirini etkiler nitelikte olduğuna dikkat çekerek, düzleşen Dünya’da, şehirlerin görünen yüzlerinin, medeniyetlerin somutlaşmış bir hali olduğunu kaydetti. Prof. Dr. Gürdoğan ayrıca önümüzdeki 10 yıl içersinde devletlerin değil şehirlerin öne çıkacağını söyledi. Amerika’nın Disneyland ve Hollywood aracılığıyla, şehirlerinin görünen yüzünü tüm Dünya’ya sattığınıı ifade eden Prof Dr. Gürdoğan, New York ile de çağdaş yapılanmanın ne olduğunu dünyaya göstermek istediklerini kaydetti. Ülkemizi baz alarak da konuşan Gürdoğan, İstanbul’da ise çarpık ve yüksek binaların Maslakve Levent’te çoğaldığını belirtti.  Şehirlerin büyüklüğü ve etkinliği bakımından Amerika’da bazı kişilerin “Amerika’nın mı büyük, yoksa New York mu büyük sorusunu sorabildiğini ifade eden Prof. Dr. Gürdoğan, Paris ya da diğer büyük şehirlerdeki vatandaşların da bu soruyu sorabileceklerine inandığını kaydetti. Günümüzde insanlar artık; kalite, dürüstlük, güzellik ve başarının Pasaport taşımadığını biliyorlar. Bu erdemlerin dünyanın ortak değerleri olduğunu vurguladı.

Konuşmaların ardından katılımcıların yoğun sorularını cevaplayan panelistler, gökdelenlerin İstanbul’u kuşatmasına nasıl engel olabiliriz sorusuna, Dünyada gerçekleşen gökdelenleşmenin İstanbul’u da etkilediğini ve bu gelişimin kaçınılmaz olduğunu ancak Tarihi Yarımada’nın bu değişimden korunması gerektiği fikri üzerinde ortak görüş bildirdiler. Panel MMG tarafından panelistlere plaket verilmesi ve toplu fotoğraf çekiminden ardından Mimar ve Mühendis Dergisi’nin Şehirlerimiz Dönüşürken Başka Bir Şehirleşme Mümkün mü dosya konulu 65. sayısının dağıtımı ile sona erdi.


Geri Dön