Semavi Eyice'ye Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü!
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödüllerine layık görülen Prof. Dr. Semavi Eyice 42 yıl İstanbul Üniversitesi'ne, 40 yıl Anıtlar Kurulu'na verdiği hizmetleri Kültür Bakanlığı'nın görmemesine kırgın olduğunu söyledi
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödüllerinde sanat tarihi dalında değer görülen Prof. Dr. Semavi Eyice, "Bir insanın Türkiyede alabileceği en yüksek kademeden bir ödül bu. İnsanların bundan memnun olmaması, sevinmemesi düşünülemez" dedi. stanbul, Bizans ve Osmanlı tarihi konusunda bir çınar olan sanat tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice, değer görüldüğü ödüle ve İstanbula ilişkin düşüncelerini anlattı.
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülüne değer görüldüğünü geçen hafta gelen bir telefonla öğrendiğini belirten Prof. Dr. Eyice, "Bir insanın, Türkiyede alabileceği en yüksek kademeden bir ödül bu. İnsanların buna memnun olmamasına, sevinmemesine imkan ve ihtimal düşünülemez" sözleriyle duygularını dile getirdi. ldukça ilerlemiş bir yaşta olduğunu ifade eden Eyice, "Bazı kişiler, öldükten sonra böyle ödülleri alıyorlar. Hiç değilse, sağlığımda almış olmaktandolayı memnun oluyorum. Resmi tören yapıldığı zaman, şükranlarımı belirteceğim" dedi.
Devlet katında aldığı ilk ödülün bu olduğunu belirten Prof. Dr. Eyice, yaşadığı kırgınlıkları şöyle dile getirdi: "42 yıl İstanbul Üniversitesine, 40 yıl Anıtlar Kuruluna hizmet ettim. Kültür Bakanlığı hiçbir şey yapmadı. En çok hayret ettiğim şey bu. Takdir görmemiş olmamaktan bir kırgınlığım var. Ben bir şey beklemiyorum. Ancak bazı kişilere verilen payeleri görünce insan üzülüyor.
Devletten birtakım tekmeler gördük. 1980 askeri darbesinden sonra Tarih Kurumundan 5 yıl arayla iki defa atıldım. Ben bu memlekette boşuna uğraşmışım demek. Boşuna çalışmışım. İnsanı üzen bu. Yaşamımda en üzücü, beni en çok yaralayan olaylardan biri bu oldu. Düşünün Fransa hükümeti bana Legion dHonneur Nişanı verirken, Belçika Krallık Akademisi ve Almanya Arkeoloji Enstitüleri beni üyeliğe seçerken, Türkiye Cumhuriyetinin başındaki adam, beni tarih Kurumundan Bu adam işe yaramaz diye atıyor. Gerekçesiz attılar. Kurumun üzerimde tek kuruşu yoktu, ödünç alınıp ta iade edilmemiş kitap da yoktu. Bu beni çok üzdü."
İstanbul Kadıköyde 1923 yılında doğduğunu belirten Eyice, denizci bir aileden gelen biri olarak tarihe olan merakının, küçük yaşlarda gördüğü tarihi ve eski binaların içine girip inceleyerek başladığını kaydetti.
Daha sonra, orta öğretimini gördüğü Galatasaray Lisesinde, askerlik dersi öğretmeninin verdiği "İstanbulun kuşatılması ve fethi" konulu ödevi hazırlarken, elinde fotoğraf makinesi ile İstanbulun surlarını gezdiğini ve etrafındaki tarihi yapıları incelediğini anlatan Eyice, daha sonra İstanbul tarihi üzerine kitaplar toplamaya başladığını anlattı.
Semavi Eyice, üniversite yılları geldiğinde, Roma ve Bizans tarihi eğitimi için Berline gittiğini, 2 sömestr sonra Berlinnin işgali söz konusu olunca, İstanbula dönüp 1948 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümünü bitirdiğini kaydetti. Aynı üniversitede doçent ve profesör unvanlarını aldığını anlatan Eyice, bu okulda Bizans Sanatı Tarihi Kürsüsünü açtığını ve başkanlığını yaptığını söyledi.
KENTTE OSMANLI DÖNEMİNDEKİ BÜYÜK DEPREMLER
Beklenen İstanbul depremine ilişkin görüşlerini de aktaran Prof. Dr. Eyice, Osmanlı döneminde kentteki en büyük depremin, 1509 yılında 2. Beyazıt döneminde yaşandığını ve yarattığı tahribat nedeniyle kıyamet-suğra (küçük kıyamet) olarak adlandırıldığını kaydetti.
Bu depremden sonra, İstanbulun 40 gün sallandığını, surlarda yıkılmalar olduğunu ve Bizans döneminden kalan kagir binaların çökmesi sonucu çok kişinin hayatını kaybettiğini anlatan Eyice, Padişah Beyazıtın da daha güvenli olduğu için Florya sahilinde kurulan bir çadırda kaldığını ifade etti.
Eyice, halkın bu deprem sonrası kagir binalardan korktuğu için ahşap yapılar inşa ettiğini ve bu yapıların da daha sonra İstanbulda bir başka büyük felaket olan büyük yangınlara sebep olduğunu söyledi. Bundan sonra ikinci büyük depremin 1648 yılında, üçüncüsünün 1766 yılında olduğunu anlatan Prof. Dr. Eyice, bu depremde Fatih Camisinin tamamen yıkıldığını ve 3. Mustafa tarafından yeniden yapıldığını ifade etti.
1894 yılında da Adalar ve Kadıköy yakasında yıkıma neden olan bir başka büyük depremin görüldüğünü dile getiren Eyice, "Benim hesabıma göre, 120-150 yıl arasında çok şiddetli deprem oluyor. Bunun için deprem uzmanı olmaya gerek yok. Tarih bunu söylüyor. Aşağı yukarı tehlikeli yüzyılı aşmış durumdayız. Bundan sonra beklemek lazım" diye konuştu. İstanbulun böyle bir depremin altından kalkamayacağı ve gece olması halinde çok can kaybınını yaşanacağı görüşünü dile getiren Prof. Dr. Eyice, kentteki yapı stoklarının güçsüz olduğunu ve müteahhitlerin yeterince denetlenemediğini öne sürdü.
Sanat tarihinin ve arkeolojinin değerinin iyi anlaşılması gerektiğini belirten Prof. Dr. Eyice, kentte geçmişte kazılarla ortaya çıkarılan Bizans dönemine ait eserlerde, yapıların zemininin dayanıksızlığından dolayı kazıklar üzerine oturtulduğunun görüldüğünü söyledi.
Eyice, İstanbulun ana toprağının çok aşağılarda olduğunu, üzerindeki, zamanla depremlerle, yangınlarla yığılmış olan toprak tabakasının bazı yerlerde 7-8 metreyi bulduğunu kaydetti. İstanbulda geçmişten gelen yanlış bir yapılaşma olduğunu ifade eden Eyice, yüksek katlı binalardan kaçınmak gerektiğini belirtti.
"NE DOKUYA, NE TARİHİ KARAKTERE NE MANZARAYA NE DE SILUETE BAKTIK
İstanbul halkının hafif inşaata dönmesi gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Eyice, şöyle devam etti:
"Benim gençliğimde insanlar, 2-3 katlı bir ev olsun. Ailece oturalım. Küçük bir bahçemiz olsun eker biçeriz. Bir de kuyumuz olsun diye düşünülürdü. Fakat sonra apartman meraklısı olmaya bayladık. Oysa biz millet olarak da ruhen de pek apartmanla uyuşabilmiş insanlar değiliz. İstanbulun ilk binaları hafif binalardı. Sonra tahta kaplama evlere dönüştü. Bunları etüt ederek bunlara göre bir ev tipi yaratmamız gerekirdi. Maalesef buna dikkat edilmedi. Floransada, Pariste daracık sokaklar muhafaza ediliyor. Kimse bunları yıkalım geniş bulvarlar açalım dememiş. Biz illa dümdüz caddeler açacağız diyoruz. Bunun hatalarını da sonra gördük. Açtığımız caddenin devamlılığını da sağlayamıyoruz. Projeler böyle sürekli değişirse hayır gelmez bir şehirden. Şehrin normal dokusu ortadan yok olur gider. Biz ne dokuya, ne tarihi karaktere, ne manzaraya ne de siluete baktık. Böyle paldır küldür yapıyoruz."
Dolmabahçe Sarayının yukarısına, Anıtlar Kurulunda kendisinin karşı çıkmasına rağmen, otel yapılmasını da eleştiren Eyice, "Düşünün ki Osmanlı döneminin son eserlerinden biri olan Dolmabahçe Sarayının ense kökünde kocaman bir otel yükseliyor. Olur mu bu Olmaması gerekirdi" dedi.
İstanbulun siluetinin, karakterinin bozulmasına taraftar olmadığını ifade eden Eyice, "Bana imar yapma yetkisi verilse, İstanbulda inşaatların birtakım prensiplere bağlanması gerektiğini düşünürdüm. İstanbulun bünyesine,
karakterine ve evveliyatına uygun bir ev mimarisi düşünürdüm" diye konuştu.
"İSTANBUL'UN TARİHİ KARAKTERİNİ YOK ETTİK"
İstanbul şehrinin karakterinin yok edildiğini öne süren Eyice, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Avrupa, şehirlerini korurken, biz 1.500 senelik bir binayı bile yıkıp cadde açıyoruz. Böyle bir kaygı yok. Yüksek binalardan rant elde ediliyor diye herkes bunlara göz yumuyor. 50 yıl sonra İstanbul diye bir şehir kalmayacak. Zaten kalmadı. O, İstanbulun karakterini meydana getiren küçük meydancıklar... Oralarda küçük bir cami, çeşme, çeşmenin yanında bir kahvehane, orayı gölgeleyen bir iki ağaç... Bunlar yok oldu. Bunların hiçbiri yok. Koca koca çınar ağaçlarını kestik. Muhafaza edilseydi kıyamet mi kopardı
Ben artık ümitsizim. Bu ümitsizlikle Anıtlar Kurulundan ayrıldım. Bir şey söylememin, anlatmamın imkanı yok. Anlayacak kimse de yok. Destek yok. Uğraşmanın, sinirlenmenin anlamı kalmıyor. İstanbul, ranta tam manasıyla kurban ediliyor. Bu kat mülkiyeti hikayesi de bunu destekledi. Bu yüksek bina hastalığı Anadoluyu da sardı. En olmayacak Anadolu kasabalarında böyle binalar
görüyorsunuz."
İSTANBUL'UN GÜZELLİĞİ TABİ OLDUĞU ZAMANLARDI
"İstanbulun güzelliği tabii olduğu zamandı" diyen Eyice, Osmanlının son dönemine kadar bu karakterin muhafaza edildiğini belirterek, kentin o yıllardaki görüntüsünü şöyle anlattı:
"Galata Hasköy taraflarından baktığınızda, İstanbulda böyle ufak evler ve yer yer biraz yüksekçe ahşap konakların bulunduğu binalar vardı. Aralarında ulu ağaçları ve yeşillik kümeleri ve beyaz minareler bulunurdu. Tarihi İstanbulun içinde, büyükleri hariç, 424 tane cami vardı. Bu karakter bugün yok oldu.
Roma ve Bizans devrinde Küçükçekmeceden itibaren bakıldığında İstanbulun silueti görülüyordu. Basit binalar, ortada bembeyaz ve kitle halinde yükselen bir Yedikule... Roma devrinden kalma pilonlar (kuleli kapı) ortada 3 geçitli kapısı kendisini uzaklardan belli ediyordu. Şimdi yok öyle bir şey.
Aynı karakter, Edirnede de vardı. Edirne-İstanbul yolu tarihi bir yol. Edirneye yaklaşırken çok uzaklardan Selimiye Cami kendisini belli ediyordu. Mimar Sinan, tarihi yola göre öyle bir hesaplamış ki cami uzun zaman 2 minareli olarak görülürdü. Bu yolu bile Karayolları yerinden kaydırdı. Bu özellik kayboldu. Hiçbir şeyi muhafaza edemiyoruz."
AA