26 / 11 / 2024

Türkiye ekonomisini kalkındıran tek sektör inşaat mı?

Türkiye ekonomisini kalkındıran tek sektör inşaat mı?

Sanayi Devrimi'ni ıskaladık. Telekomünikasyon çağının en sadık müşterisiyiz ancak tarımda teknolojiyi yakalayamadık. Uzay çağını belgesellerden takip ediyoruz. Cari açığımız haliyle fazla...




Sanayi Devrimi'ni ıskaladık. Telekomünikasyon çağının en sadık müşterisiyiz ancak tarımda teknolojiyi yakalayamadık. Uzay çağını belgesellerden takip ediyoruz! Cari açığımız haliyle fazla. Bu yüzden Türkiye'nin ekonomi motorunun çarklarını çevirecek tek çare “beton” deniyor. Acı ama doğru, ne yazık ki. Ülkenin geldiği nokta da bunu gösteriyor.



Aslında bunu bir örnekle resmetmek mümkün. Hindistan'a gittiğimizde yaşlı bir adamın, kilolu üç genci, fayton gibi iki tekerlekli bir arabayla bizzat kendisinin çekerek götürdüğünü görmüştük. 180 kiloyu tek başına çekiyordu! Bu iç parçalayan manzaraya müdahil olmak istedik. Fakat kendimizi frenledik. Çünkü ihtimaller arasında da olsa bayılacak kadar zorlanan arabacıyı kızdırabilirdik. Belki de gün boyunca beklediği ilk ve son müşterisiydi onlar.


Tek çaresi beden gücüyle çalışmak olan bu yaşlı arabacı misali biz de “altında ezildiğimiz” betona mahkûmuz! Dışarıya bir şeyler satarak katma değer üretmek yerine toprağa gömülen betona, kaynak ve güç ayırıyoruz, diyenler var. Evet, beton içimize işlemiş, sadece yöneticiler değil, apartman dairesi alıp bunu dünyanın en iyi yatırımı ya da büyük başarı olarak gören bizler de hipnotize olmuş gibiyiz. Bu gerçeklere rağmen yine de iddia edildiği gibi betona mahkûm olmak zorunda değiliz. İnşaat bizim için vazgeçilmez bir ekonomi koluysa (ki bu yüzden batacağız) bunu az zararla ya da diğer ekonomilere dönüştürerek hafifletmenin yolları var. “Betona mahkûmuz işte” diye bir hamlede sonuca varmak bu işten haksız kazanç sağlayanlara ya da basiretsiz yöneticilerin ekmeğine yağ sürüyor.


plansız şehirleşmeye mahkumuz!


Öncelikle hem bugünü hem de geleceği düşünen planlama yapmalıdır. Plansız bir şehirleşme felaket getirir. Bunun yanı sıra İstanbul'un belirgin yani değişmeyen bir imar planı yok. Oysa planlı bir yapılaşma şehirleri daha kullanılır hale getirdiği gibi aynı zamanda bazı göçü azaltır, eğitim, üretim ve sanayiyi de destekler.


Betona mahkûm değiliz, planlamaya mahkû-muz! “Bu çarkı böyle işliyor, dengeler değişirse ekonomi çöker ve aç kalırız.” diye korku salanları dinleyip, reel tespitlere kulak vermezsek çok büyük zarar edebiliriz. İnşaat sektörü bizim için kaçınılmaz ve yegâne politika olarak bellenmişse, bilinçli şekilde sürdürülebilir kılmak ve tıkandığında vereceği zararı en aza indirmek gerekir. Bazı politika değişimleri yapılabilir. Örneğin başta konut, AVM ve bunun gibi tüketime dayalı binalar dışındakiler de teşvik edilebilir. Bu tedbirler yüzünden konut fiyatları yine artabilir fakat geçici olacaktır. İçerideki inşaatı yasaklamak yerine hafifletmek ve yetişmiş kalifiye gücü yurtdışına kaydırılarak basit betonarme konut yerine teknolojik inşaatlara yönelerek Ar-Ge çalışmaları yapılabilir.  Metro, köprü, havalimanı ve bunun gibi özellikli müteahhitlik işlerini yurtdışında alan Türk firmaları desteklenebilir.


Dışarından gelen sıcak parayı, ithal yapı malzemesi için harcamamak bir yöntemdir. Yani binalarda ithal malzeme kullanımına kısıtlama getirmek, etkin kullanılanların yerli olmasına ve standartlarına dikkat etmek gerekir. Lüks tüketimi kısmak ve yerli yapı malzeme firmalarına ihracat zorunluluğu da getirmek de yine sektör adına izlenecek politikalar arasındadır.


Diğer yandan inşaatların çevreye olan etkilerinin daha iyi denetlenmesi gerekir. Trafik, kanalizasyon ve ulaşım yönünden denetlemelerin yapılması şarttır. Bu noktada yine şehir planlamanın önemi ortaya çıkıyor.


Sürdürülebilir binalar yapmak ve bunun için kanun koymak, teşvik etmek gerek. Sürdürülebilir bina, kendine yetebilen, az bakımla verimli olabilen yapılar demek. Örneğin bütünüyle enerji etkin tasarlanmış bir yazlık, istediği kadar sertifika alsın yılda sadece 100 gün kullanılıyorsa sürdürülebilir değildir. Kamu binalarının hafta sonu kullanılması da mümkün olabilir. Konut talebi olan bir şehirde, yeni yapılmış bomboş siteler varsa, burada büyük bir sorun var demektir.


2010 yılından bu yana yaklaşık 40 adet mimarlık fakültesi kuruldu. Yer, gök inşaat diye ebeveynler çocuklarını bu bölümlere kaydırıyorlar. Kalitesiz yapılaşma, kalitesiz tasarımcı ve plancı sayısını artırıyor. “Betona mahkûm” olmamak için bütün bu çareleri uygulayabilecek eğitime ve yeteneğe sahip, tasarıma ve planlamaya değer veren meslek erbabı yetiştirmek gerekiyor. Siyasetçiler kendilerini mimar ve plancı olarak görmemeliler, eski ve yeni meslek erbaplarına güvenmeli, onları dikkate almalı, çılgın proje diye rant sağlama yolları aramamalılar. En önemlisi de milletin vergisiyle uçak ve saray “dizayn”ı yapılmamalı ki biz de “betona mahkûm” olmayalım.


Mimar, Koruma ve Restorasyon Uzmanı ve Öğretim Görevlisi Handan Şen-Zaman


Geri Dön