08 / 11 / 2024

Ali Esad Göksel cami inşa edecek!

Ali Esad Göksel cami inşa edecek!

Nişantaşı'nın en merkezi yerinde, ağaçlar arasındaki ofisi "İstanbul Beyefendisi" kavramının vücut bulmuş hali olan hepimizin bir yerden tanıdığı, Ali Esad Göksel...




Hepimizin bir yerden tanıdığı, "İstanbul Beyefendisi" .kavramının vücut bulmuş hali olan Ali Esad Göksel, Nişantaşı'nın en merkezi yerinde, ağaçlar arasındaki ofisinde karşılıyor bizi... İstanbul'da gördüğümüz bir çok mimari tasarınım çıktığı bu ofis, aynı zamanda bir müze gibi. Bir tarafta Bizans ikonalan, öbür yanda toplanmış heykeller, yerlerde bile beş yüz yıllık tarihi eserler... 


Her yan bir tat, bir doku... 

Nereye bakmanız, hatta basmanız gerektiğini bilemiyorsunuz! Sadece eser toplamakla kalmıyor, hepsinin hikayesini de içtenlikle anlatıyor. Adam hem mimar, hem akademisyen, hem gurme (o bu kelimeyi sevmese de), hem seyyah, hem yazar... Siz sayarken yoruluyorsunuz, o yorulmuyor... 


Beyza Sinem Çağlar: O kadar çok şey var ki konuşmamız gereken... Hikayeniz nasıl başlıyor? 

Ali Esad Göksel: Ben İstanbulluyum. Küçük bir muhitte büyüdüm: Çamlıca'da kalabalık bir aile olarak, o zamanlar ortalama büyüklükteki bir evde oturuyorduk. Çamlıca bomboştu o zamanlar, düşün ki kar yağdığında şehre inemiyorduk. Altı yedi bin metrekare bahçemiz vardı. Bu bahçede kalabalık sofralar kurulur ve sürekli misafirler ağırlanırdı. Annemin babaannesinin bile hayatta olduğu bir nesil... Yirmi kadın bir arada yaşıyordu. Bu şartlar altında da doğal olarak sürekli yemek konuşulurdu: akşam için ne yapalım, nasıl pişirelim, yarımda ne içelim... Sanınm formasyonumda en çok tesir eden şeylerden biri bu atmosfer oldu. İstanbu Erkek Lisesi'nde okudum. Alman disiplininin üzerimde etkisi büyüktür. Doğu kültürlerinde çok da olmayan bir şeyi öğretiyorlardı. Önündeki meseleyi önce parçalara bölüp analiz et, bütünleştir ve sonuç çıkar. Herşey mantık içinde ve sakin kalarak değerlendirilmeliydi. Oysa biz, İlişlerimizle hareket eden bir toplumuz. Kriz karşısında ya daha çok taraftar olmayı ya da daha çok muhalif olmayı seçiyoruz. Almanlar ise, her ne olursa olsun sakin olmayı ve fayda realizasyonu yapmayı tercih ediyorlar. Bir de bu sistemde, zamanın aslında çok değerli olduğunu öğrendim. Geç kalmak yok. Bir planın olsun ve saatin her zaman farkında ol. Hayatta, kaybettiğinde yerine koyamayacağın iki şey var: Zaman ve bilgi. 


BSÇ: Bu hayatinıza oldukça etki etmiş görünyor... 

AEG: Tabü: Alman eğitimi seni matematiksel düşünmeye sevk ediyor. Kendi coğrafyamızdan şikayetçi değilim ancak iki disiplini de bir arada almak ve yoğurmak bana çok şey kazandırdı. 


BSÇ: Daha soma mimarlık fakültesi var... 

AEG: Çok şanslı bir dönemde,(şimdi Mimar Sinan Üniversitesi) Güzel Sanatlar Akademisinde mimarlık okudum. Bir rüya takımı vardı: Bedri Rahmi hala Resim Bölümündeydi. Neşet Günal, Sedad Hakkı Eldem, Zühtü Müridoğlu, Emin Barın... Hepimizi çok etküeyen şahsiyetlerdi. Okul çok küçüktü o zamanlar, gidip atölyelere misafir oluyorduk. 


BSÇ: Peki bu bir çelişki yarattı mı aldığınız Alman disiplini ile? 

AEG: Üniversitede zorlanmadım. Osman Osmanlı İmparatorluğu, Transilvanya'yı aldığında oradakiler halıların Türk kültüründeki yerini anlayıp kiliseler için,cennet tasviri olarak buhalılan sipariş etmişler. 

Hamdi Bey tarafından kurulan fakülte zaten yüzünü batıya dönmüştü. Klasik-geleneksel sanat dalları eğitiminde büe analiz ve karşılaştırma esasdı. Örneğin hat öğreniyorduk ama grafik ve modern resim üe birlikte... 


BSÇ: Sizi tanımlamak çok keyifli; mimar, akademisyen, yazar, gurme, seyyah... Nasıl bu kadar şey bir arada olabiliyor? 

AEG: Ben eski usul "şıpsevdi ve hovarda bir insanım". Hiçbir güzelliğe kayıtsız kalamıyorum. 


BSÇ: Biraz çapkınlık gibi yani? 

AEG: Aynen öyle. Heveslerim çok çeşitli; hiçbiri ile kendimi evli gibi hissetmesem de bu hovarda ilişkilerim hep uzun sürüyor. 


BSÇ: Ya yaptığınız mimari projeler? 

AEG: Hah işte; aslında mimarlık benim karım gibi. Hovardalar da evliliklerinen hiç bahsetmezler. Ben de çok konuşmayı sevmiyorum bu konuda. Biraz da aldığımız mimari disiplinin etkisi bu, mimar konuşmaz, çizer ve inşa eder diye öğretildi bize. 


BSÇ: Peki bir mimari projede nelere dikkat ediyorsunuz? 

AEG: Bana kalırsa en önemli şey insan faktörü. Biz ressam değiliz. Sadece kendi hissiyatımızla bir şey üretemeyiz. 

Yaptığımız iş, birileri kullansın diye yapılıyor. Sadece içinde yaşayan insanlar değü; aynı zamanda şehir tarafından da kullanılıyor bu. Önünden geçen insanların iyi hissetmesi, şehrin süüeti ile alış verişi çok önemli. En az elli altmış sene kullanılacak bir şey üretiyorsunuz, o yüzden sorumluluk da gerektiren bir iş. 

Yaptığınız eser, toprağım sevmeÜ. 

İnşaa edildiği yerin kültürünün, tarihinin ve içinde bulunduğunuz zamanın farkında olmalısınız. 


BSÇ: Aslında bu bir sanat... 

AEG: Hem de zor bir sanat; hem finansal hem de yapısal açıdan. 


BSÇ: İstanbul'da süüeti bozan bir çok yapı var; üstelik kaçak falan da değiller AEG: Çocuklarımız bu konuda bizi yargüayacak. Dönemimizi kaybedilmiş bir dönem olarak görecekler ve niye bunların inşaa edilmesine izin verdiniz diyecekler... 


BSÇ: Akademisyenliğe devam mı? 

AEG: Bir süre önce bıraktım. Mimarlık Fakültesi Tasarım Kürsüsü'nde on bir sene çalıştım, öğretici bir dönemdi. 


BSÇ: Mimari akımlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu işin de bir modası var mı? 

AEG: Her konuda olduğu gibi bunda da bir moda sözkonusu. Son günlerde Türkiye'de Osmanlı ve Selçuklu görüşleri hakim mesela. 

Kamu ve özel sektör binalarında bunlan görebiliyorsunuz: binalar süslemelerle zenginleştirilmeye çalışılıyor. Bunlar sıkıntılı. Bir kadın, şık olmak için nasü vücuduna uygun kıyafeti bilmeü, bunu moda dergilerinde gördüğü trendler üe değil de kendi üslübu üe içselleştirerek taşırsa, mimari de öyle: aksi halde ruhsuz ve birbirinin aynı görünen işler yaparsınız. 


BSÇ: Son dönemde popüler mimarlar var isimlerini biz fanilerin de duyduğu... Ancak Türkiye'de Mimar Sinan haricinde pek bir isim bilinmez... 

AEG: Popüler olmak zor bir çerçevedir. 

Bize "işinizle konuşun" durumu öğretildi hep. 

Kendini övmek, kendinden bahsetmek ayıp karşılandı. Halbuki dünyada son dönemde mimarlar, kurumsal üetişim profesyonelleri üe anlaşıp, kendilerini tanıtmayı tercih ediyorlar. Hangisi doğru büemiyorum. Ancak eskiden olduğu gibi mimari projeler sadece belirli bir kesinim yorum yaptığı iş olmaktan çıktı, herkes fikir beyan edebüiyor; bu işin gelişmesi için oldukça güzel bir şey. 


BSÇ: Yapmak istediğiniz bir proje var mı? 

AEG: Küçük bir cami yapmak istiyorum, Üsküdar'daki Şemsi Paşa Carrüi kadar küçük... 

Bir de cemevi çizme hayalim var, bu konunun da çok ihmal edüdiğini düşünüyorum, coğrafyamızın önemli bir büeşeni... 


BSÇ: İstanbul'da miras kalan en önemk eser hangisi sizce? 

AEG: Kesinlikle Ayasofya. Dışandan müthiş bir sadelik, havada asılı duran nefes kesici bir kubbe. İçeride ise muazzam bir ihtişam. 

Paradoksal bir yapı... Bana kalırsa hala onun üzerine bir bina yapamadık. 


BSÇ: Gelelim koleksiyonerliğe... Nasü bir heves bu? 

AEG: Enterasan bir iş gerçekten. Bir kere çok araştırmanız, okuyup öğrenmeniz lazım. 

Eser topladıkça daha da çok birikim sahibi oluyorsunuz. İyi bir koleksiyoner, belirli bir dönem, coğrafya ve eser üe kendim sınırlar. Akademisyenler de sizden faydalanır, eserlerinizi incelerler, fikirlerinizi sorarlar. 

Ben ise bunun tamamen dışındayım, iyi bir koleksiyoner değilim. Hiçbü güzelliğe kayıtsız kalamıyorum çünkü. Çocuksu bü hevesle topluyorum herşeyi. Bu işe başlamam büe bü heves vesüesi üe oldu. Almanya'da yüksek lisansımı tamamladıktan soma fakülteye döndüm. Farklı bü konuda ders vermek istedim. Hali hazırda tamamlanmış eserlerin tasarım serüveni üzerine çalışmaya başladım. Mesela Pantheon'un mevcud halinden geriye giderek nasü tasarlandığım incelemekti amacım. Hayatımda en çok çalıştığım dönemlerden büi buydu. Böylece, arkeolojiye merak sardım. Türkiye'nin çok sakin olduğu dönemlerdi. Kapakçarşı'da bü Halo Dayı vardı-, Anadolu'daki eserler önce ona gelü, yurtiçinde akası çıkmazsa yurtdışına giderdi. 

O zamanlar sandviç, simit yeme pahasına eserleri büiktirmeye başladım. Şimdiki aklım olsa, hiçbü şey yemez daha çok şey alırdım. 


BSÇ: Kaç eser var şu an elinizde? En sevdiğiniz hangisi? 

AEG: İnan bilmiyorum, hepsi müzeye kayıtlı eserlerimin. Bü ara Bizans ikonalarına döndüm. Son gözdelerim ise Türk halüan. 

Hikayesi olan işleri topluyorum. Şu gördüğünüz "Uşak Transüvanya Halısı" mesela. Zamanında zaten az üretilmiş, günümüze ise çok azı gelmiş. Osmanlı İmparatorluğu, Transüvanya'yı aldığında oradaküer hakların Türk kültüründeki yerini anlayıp kikseler için, cennet tasvüi olarak bu haklan sipariş etmişler. Kikseler yağma edilmediği, ışık ve nemin azkğı ve haklar duvarda asık olduğu için beş yüz senelik eserler günümüze kadar bozulmadan gelebilmişler. Bunlar o zamaniçin büe fevkalade lüks değerinde, özel yapım ürünlermiş. 



BSÇ: Hristiyanlık sayesinde Uşak Haklan'nın muhafaza edilmesi hakikaten ügüıç... Bu hikayeleri de biriktirip aktarmaksınız bence. Yazarlık ne ara başladı? 

AEG: Biri beni suya itti ama kim büemiyorum (gülüyor). Zamanının üerisinde bü dergi olan Vizyon üe başladım. Deniz Alphan'ın ısrarı ve otoritesi üe kendimi bu işin içinde buldum. Oradaki en tıfıl yazar bendim: Aziz Nesin'in falan yazdığı bü yayın, düşünsenize... Acemice başladım aslında. Sonrasında Hürriyet, Skykfe ve Sabah geldi. Kurulduğu günden beri de Habertürk'te yazıyorum.  Benim için hikayeleri aktarabilmek önemli.


BSÇ: Gelelim gezilerinize.. Allah aşkına dünyada görmediğiniz bü yer var mı? 

AEG: Var var... Sibirya va Antartika'yı görmedim. Kuzey Kutup noktasma da ayak basmışkğım henüz yok. Bü de Pasifik'i ya da Büyük Okyanus'u yelkenle geçmeyi çok istiyorum. 


BSÇ: En çok nereyi sevdiniz peki? Ya da neresi için ben burada ömür geçiririm dediniz? 

AEG: En çok Japonya'yı sevdim ama orada yaşamak istemem. Harika bü kültür, mimari ve yaşam... Ama yabancüara karşı kapak bü toplum. Ege'nin köylerinde yaşamak isterdim sanırım,ya da Adriyatik, İspanya, İtalya kıyıları da olabilir.


BSÇ: Sadece üreten değil hayattan zevk almayı da büen bü insansınız. Bü de moda tabüle gurmesirüz. Nasü olunuyor bu gurme dedikleri? 

AEG: Ben bu lafı hiç sevmiyorum bikyor musun... İçi boşaltildı gibi gekyor. Çünkü yemekte yemek konuşulmaz, planlama aşamasında konuşulur. Yemek ve içmek bü kültür ve bunu öğrenmenin, denemenin sonu yok... "Ben artık oldum" diyemiyorsun. 

Ayrıca insan hem yaparken hem de yerken kendini iyi hissediyor, bü nevi terapi yani. 

Ve yaptığın işler kadübüü bü cemaate hitap ediyor. Bü de tat alma meselesi sadece teknikten ibaret değü. Akşam yemeğine oturduğun zaman, bütün gün yaşadığın şeyleri yarımda taşıyorsun bü kere. O gün nasü uyandın, evden çıktıktan soma kimlerle karşüaşün, yemekteki ışık, müzik, beraber sofraya oturduğun insanlardan aldığın elektrik... Bunların hepsi önündeki tabağa bakışım etkikyor. 


Churchill "başarı en büyük afrodizyaktır" demiş.Onun sana verdiği güveni ve hafifliği bir kez hissettin mi hep daha fazlasını istiyorsun.


BSÇ: "Ağzımızın tadı bozulmasın" lafı buradan gekyor yani... 

AEG: Aynen öyle. Mutfak kültürü tam bü buzdağı. Sen tabağı görüyorsun sadece ama onun altında asırlardır büikmiş olanlar var soma senin yaşadığın herşey var... 


BSÇ: Peki İstanbul'da nerede yiyelim? 

AEG: Ben lokantalar konusunda oldukça konservatifim, kolay kolay değiştirmem gittiğim yerleri. Tarabya Kıyı Balık, Bebek Otel'deki Les Ambassadeurs Restaurant, Kadıköy Çiya, Florya Beyti en sevdiklerim... 


BSÇ: Çeşitli topluluklar da var beraber tadım yaptığınız... 

AEG: Mutfak Dostlan Derneği'nin kurucularındanım. Aynı zamanda Rahmi Koç gibi bü duayenin de arasında bulunduğu küçük bü grubumuz var. On, on beş kişi kadanz. Kırk günde bü buluşup, bü esnaf lokantasında yemek yiyoruz. Bu sofralarda iş, ekonomi ve poktika konuşmayız. Daha keyü verici şeylerden bahsediyoruz. 


BSÇ: Bü de instagramda da sık sık paylaştığınız Güneri Civaoğlu ve Ertuğrul Özkök üe seyahatleriniz var... 

AEG: İkisi de çok sevdiğim ustalar. Kafalarımız çok uyuyor, iyi anlaşıyoruz. Dostlarım seyahatte tanırsın ya; onlarla gezdikçe daha da çok şey öğreniyorum. Güneri Bey zaten tartışılmaz bü yüdızdır Ertuğrul Bey'in de dönüşüme ve gekşime açık olma tarafı beni etkikyor. 


BSÇ: Elinizi attiğnz her işte başarık olmak, üerideki planlarınız için bü korku yaratmıyor mu? 

AEG: Çok da başarık olduğumu düşünmüyorum. Herşeye hevesim var ve beni mutlu ettikleri yere kadar... Churchill "başarı en büyük afrodizyaktır" demiş. Onun sana verdiği güveni ve hafifliği bü kez hissettin mi hep daha fazlasını istiyorsun. Başarıyı bü kez yakalamaktan öte başarık kalabilmek zor. 


BSÇ: Bü motto var mı benimsediğiniz? 

Mütevazilik var, onu aldık... 

AEG: Paylaşmak: belki bu yüzden gördüğüm yerleri,yaşadıklarımı kayda geçme ihtiyacı taşıyorum. Ve öğrenmeye devam etmek; bügi dediğin şey büyük zenginlik,dipsiz kuyu... 


BSÇ: Şöyle bü bakıyorum da herkesi bü yerlerden tanıyorsunuz ve sağlam ikşküer kuruyorsunuz. Bü ortama güüdiğinde adınız geçiyor ve hakkınızda sitayişle bahsediliyor. 

Nasıl oluyor bu? 

AEG: Tamamen yaşla alakak. Evet ben çok şeye bulaştım ama bunlar bugünden yarma olmadı. Yaşadıkça öğrendikçe kendimi tanıdım ve dostluklarımı da bu minvalde şekülendüdim. Benim gibi çok insan vardır. Bakma ben ortadayım diye farkına varıyorsun. 


BSÇ: Başka yapmak istediğiniz neler var? 

AEG: Küçük bir sergi alanım olsun isterdim. 

Bir sergi alanı açtıktan sonra, onu sofistike bir şekilde yürütmek önemli olan. Arkasında durabileceğime inandığım an bu adımı atacağım. Bir de o alanda, belli konularda eğitimler vermek hayalim. 


BSÇ: Belki de bu yüzden ülkemizdeki seçkin aileler müzeciliğe girebiliyorlar... 

AEG: Tabü; göründüğü kadar kolay işler değil bunlar. O eserlerin korunması, sergilenmesi, aktarılması büyük sorumluluk. Bir kere topluma karşı görevlisiniz bunlan saklarken. 


BSÇ: Örnek aldığınız biri var mı? 

AEG: Tek birinden çok, bir çok insanın, bir kaç yönünü örnek alıyorum. Hoşuma giden taraflan detaylan ile öğrenmeye çalışıyorum.


BSÇ: LÖSEV hakkındaki görüşleriniz neler? 

AEG: Çok önemli bir şey yaptıklarım düşünüyorum. Toplumda çok büyük bir farkındalık yarattılar. Türkiye'de bu tarz işleri yapmak, iğneyle kuyu kazmaya benzer. Biz duyarlı bir toplum olma yolundayız ancak bilmediğimiz şeylerle pek de ilgilenmeyiz. Lösev, sayesinde hepimiz bu hastalığın yaygın ama iyileşebilen bir hastalık olduğunun bilincine vardık. Bu tarz kuruluşların sonuna kadar desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. 


BSÇ: Hayatınızda bir dönüm noktası yaşadınız mı? 

AEG: Karlı bir İstanbul pazan, içim rahat etmedi ofise gelmek istedim; evden çıktım yürüyorum. Basılmaması gerektiğini bilmeme rağmen, gittim granit kaplı bir kaldırımdan yürümeye kalktım. Cam gibi buz tuttuğunu hatırlıyorum. Havada iki takla attıktan soma, park halindeki bir arabanın üzerine düştüm, oradan da yere yuvarlandım. Kafamı kırmışım. Bir buçuk ay kadar yoğun bakımda kaldım. "Yukarıdaki" beni henüz yanma almak istememiş belli ki. O günden beri hiçbir şeyi ertelemem. Hayatin ne getireceği hiç belli değil; ne istiyorsan erteleme, şimdi yap!


 ALI ESAD GÖKSELİN BİR GÜNÜ 

• 08.30 Ali Esad Göksel için gün başlıyor! 

• 8.30-10.00 Kahvaltı yaparken gazetelere göz atıyor, ajandasını gözden geçiriyor. 

• 10.00- 20.00 arası mimarlık bürosunda oluyor. Öğle yemeği yemeden, yoğun bir tempoda çalışıyor. Mimari projeler, tarihi araştırmalar, gelen ziyaretçiler ve yazıların hazırlanması derken akşam oluyor. 

• 20.00 -23.00 arası mutlaka dostlarla ya bir davette ya da yemekte oluyor. Günlük rutinden sıyrılan keyifli zamanları bunlar. 

• 23.00-01.30 Opera dinleyip, kitap okuyor. Bu saatlerde ruhunu arındırıyor... 


Yenibirlik 


Geri Dön