Üçüncü köprü şehri ferahlatacak mı yoksa daraltacak mı?
Radikal gazetesinden Hakkı Devrim üçüncü köprü ile ilgili düşünüklerini paylaştı
Boğaz'da İkinci Köprü konusunda karara varıldı haberi geldiğinde, köşemde hafiften itiraz etmiştim: Boğaziçi'ni Sen nehrine döndürmeye kalkmayın sakın! diye... Sonradan:
– İyi ki şu İkinci Köprü yapılmış, diye sevinene olduğu kadar; ya bu köprü yapılmasaydı halimiz nice olurdu, diye dertlenene de ben pek rastlamadım.
– İnsaf et, diyeceksiniz; iki köprü bile az geliyor... Ya tek köprüye kalsaydık?
Cevabım var:
– Bu gidişle devam edersek, kısa zamanda üç köprünün de yetersiz kaldığını görecek ve bir dördüncü köprü için yer aramaya başlayacağız.
Ansiklopedi karıştırmış ve Paris'te 18 köprü saymıştım, Sen'in iki yakasını frenk gömleği gibi birbirine bağlayan. Viyana'ya çoluk çocuk ilk gittiğimizde ziyaretine varıp Tuna'yı uzun uzun seyrettik. Bir seferinde Serdar'la, Budapeşte'deki İntercontinental Oteli'nin kıyı terasında, gözümüzü Tuna'dan ayırmadan karnımızı doyurmuştuk.
Tuna bizim için Avrupa'nın en bildik nehridir, ecdat yadigârı sayılır. Avrupa'yı Avrupa yapan akarsuların başında gelir. Gencecik Boğaz çocukları olarak, macera hayallerimizden birinin güzergâhıydı Tuna vaktiyle bizim. Teknelere, İstanbul'da bulup da gömme veya takma motör bile alamadığımız yıllar.
Hayal dünyamızda tekne motörlü olmuş, yelkenli veya sadece bileğe kuvvet kürekli... Ne fark ederdi ki? Sandal, kürek, yelken tamam da, el diyarında karnımızı doyuracak kadar döviz bulmak kolay değildi bizim için...
*
Günün birinde büyüklere bu «Kürek ve Yelkenle Tuna Boylarında» hayalimizi (Macera gerçekleşmeyince yazamadığım kitabın o tarihte düşündüğüm adı), avcılık ve denizcilik konusundaki ustam olan amcama çıtlatmak istedim. Lafı tamamlamamı beklemedi:
– Delirdiniz mi siz, diye kesti sözümü.
Balıktaydık. Elde olta, lüfer bekliyoruz ama hiç tadım kalmadı. Uzunca bir nutuk dinledim.
* Lise öğrencisiydik. Nasıl alacaktık sekiz ayrı ülkeden vizayı? Nereye gittiğimizi, ne yapmaya gittiğimizi söyleyecektik? Harp zamanı bakalım polis bize pasaport verir miydi, ki viza almak söz konusu olabilsin?
* Bir uyduruk balıkçı sandalında üç tıfıl oğlan! Arslanlar gibi kürek çeken Boğaz çocukları, Akıntıburnu'nda büyümüşler, Tuna'nın akıntısı vız gelir benim pehlivanlarıma. Hem mademki yelkenleri de var, deyip... Sahil korumaları, rıhtım polisleri size selam mı duracaklar, a benim akılsız oğlum?
*l Dışarıda harcayacak döviziniz yetecek mi? Beykoz'da bir gece geçirdik mi, ertesi sabah mektebe zor gidiyorsun? Harp zamanı, oteller bir gecesine ne isteyecek, sorup öğrendiniz mi?
* Hepsi bir yana. Gece gündüz, rüzgârda, yağmurda, soğukta o teknenin içindesiniz... Al şu emaneti, arkadaşınla Büyükada'ya gidip Hristo'ya bırakıp dönün desem, dönüşte mektebi kaç gün asardınız, bir düşünsene. Oğlum içinizden biri hastalansa, ne halt edeceksiniz?
* Hoş bütün bunlardan vazgeçtim, baban peki der mi böyle bir maceraya? Hem de harp içinde... O peki dese bile annen ne der? Halan, babaannen kıyameti koparmazlar mı, a oğlum?
Amcam hayalhânemi perişan etmişti. Üzgün ve küskün:
– Galiba haklısınız!
– Ne galibası? diye kükredi.
Haklıydı, ama ben de ona hem kırılmış, hem küsmüştüm. Aradaşlar arasında da bu bahsi bir daha açmadım. Nurullah zaten, ciddiye almıyordu benim hayalimi. Ama ben asıl Zihni'ye kırıldım. İnsan laf olsun diye, bir sorar değil mi? Birlikte kurduğumuz bir hayal, ziyade ciddiye aldığımız bir projeydi nihayet bu...
Yıllar sonra hatırladı ve beni ti'ye almaya kalktı. Ben de birikmiş hırsımı ondan çıkardım. Nur içinde yatsınlar! Mümkün olsa, yazıyı okuyunca beni arar, «O kitap bugüne kadar kaç yüz bin satardı kim bilir?» diye zevzeklik etmeye kalkarlardı.
*
Üçüncü Köprü'nün lafını ediyorduk. Bizim ailedeki tek Fransız, Serdar'ın eşi, iki torunumun anası Brigitte değil yalnız. Bir de damadımız var, kuzinlerimden birinin (aynı zamanda en eskilerden ve kıymetlisinden bir sevgilimin) kocası; (Gülseren Hanım'ın ağabeyinin kızı ve o yaşlardaki modeli! Öyle ki hâlâ, onu her gördüğümde içim titrer, ağlayıp da herkesin keyfini kaçırmamayım diye dişimi sıkarım. İşte ondan da iki torunum var: Defne ile Sinan. Yabancı Damat'ımızın adı Alain Louet. Fransa'da Grenoble'de yaşar, yaz aylarında Assos'taki sahil evlerine gelirler. Bize uğramadan geçmezler, ben de onları görmeye giderim.)
Ayşegül Grenoble Ulusal Yüksek Mimarlık Okulu'nda öğretim üyesi bir mimardır, uzmanlık alanı şehircilik. Bizim Mimar Sinan Üniversitesi ile ortak çalışmalar yaptılar geçen yıllarda. Ayşegül sayesinde İstanbul'u ben de, biraz şehircilik açısından algılamaya çalıştım.
Üçüncü Köprü'ye bakış açımı da yenilemiş oldum.
*
Şehirci gözüyle Ayşegül'ün ve Grenoble'lu uzmanların, İstanbul'un imarı konusunda önemli bir eleştirileri var. Kısa ifadesiyle, zaten fazla yayılmış olan bu güzel şehir, sınırlarını çılgınca genişletmeye devam ediyor.
Giderek ben de onlar gibi düşünmeye başladım. Yayıldıkça, şehircilik hizmetleri de genişlemekte ve altından kalkılamayacak kadar ağırlaşmaktadır. Bu tarihî büyük, güzel (ve bizim için adeta kutsal şehir) derlenip toparlanma imkânını büsbütün kaybetme noktasına hızla yaklaşmaktadır.
Büyük şehirleri bu vahim tehlikeden sakınmak için bütün dünyada büyük gayretler sarfedilmekte, kontrolsüz yayılma büyük şehirler ve şehirliler için en büyük tehlike sayılmaktadır.
Birçok şeyi düşünüp konuşuyoruz. Şimdi Üçüncü Köprü vesilesiyle daha da hareketleneceğiz. Ama göreceksiniz kimse:
– Arkadaşlar, biz bir daha toparlanamayacak bir hızla zeminimizi genişleterek, şehir hizmetlerini imkânsız hale getirdiğimizin farkında mısınız, demeyecek.
Oysa Boğaz'da her yeni köprü, şehri gereksiz yere büyütüp yaygınlaştırmanın en etkili yoludur. Bunu söylemek istedim.
Hakkı Devrim / Radikal
– İyi ki şu İkinci Köprü yapılmış, diye sevinene olduğu kadar; ya bu köprü yapılmasaydı halimiz nice olurdu, diye dertlenene de ben pek rastlamadım.
– İnsaf et, diyeceksiniz; iki köprü bile az geliyor... Ya tek köprüye kalsaydık?
Cevabım var:
– Bu gidişle devam edersek, kısa zamanda üç köprünün de yetersiz kaldığını görecek ve bir dördüncü köprü için yer aramaya başlayacağız.
Ansiklopedi karıştırmış ve Paris'te 18 köprü saymıştım, Sen'in iki yakasını frenk gömleği gibi birbirine bağlayan. Viyana'ya çoluk çocuk ilk gittiğimizde ziyaretine varıp Tuna'yı uzun uzun seyrettik. Bir seferinde Serdar'la, Budapeşte'deki İntercontinental Oteli'nin kıyı terasında, gözümüzü Tuna'dan ayırmadan karnımızı doyurmuştuk.
Tuna bizim için Avrupa'nın en bildik nehridir, ecdat yadigârı sayılır. Avrupa'yı Avrupa yapan akarsuların başında gelir. Gencecik Boğaz çocukları olarak, macera hayallerimizden birinin güzergâhıydı Tuna vaktiyle bizim. Teknelere, İstanbul'da bulup da gömme veya takma motör bile alamadığımız yıllar.
Hayal dünyamızda tekne motörlü olmuş, yelkenli veya sadece bileğe kuvvet kürekli... Ne fark ederdi ki? Sandal, kürek, yelken tamam da, el diyarında karnımızı doyuracak kadar döviz bulmak kolay değildi bizim için...
*
Günün birinde büyüklere bu «Kürek ve Yelkenle Tuna Boylarında» hayalimizi (Macera gerçekleşmeyince yazamadığım kitabın o tarihte düşündüğüm adı), avcılık ve denizcilik konusundaki ustam olan amcama çıtlatmak istedim. Lafı tamamlamamı beklemedi:
– Delirdiniz mi siz, diye kesti sözümü.
Balıktaydık. Elde olta, lüfer bekliyoruz ama hiç tadım kalmadı. Uzunca bir nutuk dinledim.
* Lise öğrencisiydik. Nasıl alacaktık sekiz ayrı ülkeden vizayı? Nereye gittiğimizi, ne yapmaya gittiğimizi söyleyecektik? Harp zamanı bakalım polis bize pasaport verir miydi, ki viza almak söz konusu olabilsin?
* Bir uyduruk balıkçı sandalında üç tıfıl oğlan! Arslanlar gibi kürek çeken Boğaz çocukları, Akıntıburnu'nda büyümüşler, Tuna'nın akıntısı vız gelir benim pehlivanlarıma. Hem mademki yelkenleri de var, deyip... Sahil korumaları, rıhtım polisleri size selam mı duracaklar, a benim akılsız oğlum?
*l Dışarıda harcayacak döviziniz yetecek mi? Beykoz'da bir gece geçirdik mi, ertesi sabah mektebe zor gidiyorsun? Harp zamanı, oteller bir gecesine ne isteyecek, sorup öğrendiniz mi?
* Hepsi bir yana. Gece gündüz, rüzgârda, yağmurda, soğukta o teknenin içindesiniz... Al şu emaneti, arkadaşınla Büyükada'ya gidip Hristo'ya bırakıp dönün desem, dönüşte mektebi kaç gün asardınız, bir düşünsene. Oğlum içinizden biri hastalansa, ne halt edeceksiniz?
* Hoş bütün bunlardan vazgeçtim, baban peki der mi böyle bir maceraya? Hem de harp içinde... O peki dese bile annen ne der? Halan, babaannen kıyameti koparmazlar mı, a oğlum?
Amcam hayalhânemi perişan etmişti. Üzgün ve küskün:
– Galiba haklısınız!
– Ne galibası? diye kükredi.
Haklıydı, ama ben de ona hem kırılmış, hem küsmüştüm. Aradaşlar arasında da bu bahsi bir daha açmadım. Nurullah zaten, ciddiye almıyordu benim hayalimi. Ama ben asıl Zihni'ye kırıldım. İnsan laf olsun diye, bir sorar değil mi? Birlikte kurduğumuz bir hayal, ziyade ciddiye aldığımız bir projeydi nihayet bu...
Yıllar sonra hatırladı ve beni ti'ye almaya kalktı. Ben de birikmiş hırsımı ondan çıkardım. Nur içinde yatsınlar! Mümkün olsa, yazıyı okuyunca beni arar, «O kitap bugüne kadar kaç yüz bin satardı kim bilir?» diye zevzeklik etmeye kalkarlardı.
*
Üçüncü Köprü'nün lafını ediyorduk. Bizim ailedeki tek Fransız, Serdar'ın eşi, iki torunumun anası Brigitte değil yalnız. Bir de damadımız var, kuzinlerimden birinin (aynı zamanda en eskilerden ve kıymetlisinden bir sevgilimin) kocası; (Gülseren Hanım'ın ağabeyinin kızı ve o yaşlardaki modeli! Öyle ki hâlâ, onu her gördüğümde içim titrer, ağlayıp da herkesin keyfini kaçırmamayım diye dişimi sıkarım. İşte ondan da iki torunum var: Defne ile Sinan. Yabancı Damat'ımızın adı Alain Louet. Fransa'da Grenoble'de yaşar, yaz aylarında Assos'taki sahil evlerine gelirler. Bize uğramadan geçmezler, ben de onları görmeye giderim.)
Ayşegül Grenoble Ulusal Yüksek Mimarlık Okulu'nda öğretim üyesi bir mimardır, uzmanlık alanı şehircilik. Bizim Mimar Sinan Üniversitesi ile ortak çalışmalar yaptılar geçen yıllarda. Ayşegül sayesinde İstanbul'u ben de, biraz şehircilik açısından algılamaya çalıştım.
Üçüncü Köprü'ye bakış açımı da yenilemiş oldum.
*
Şehirci gözüyle Ayşegül'ün ve Grenoble'lu uzmanların, İstanbul'un imarı konusunda önemli bir eleştirileri var. Kısa ifadesiyle, zaten fazla yayılmış olan bu güzel şehir, sınırlarını çılgınca genişletmeye devam ediyor.
Giderek ben de onlar gibi düşünmeye başladım. Yayıldıkça, şehircilik hizmetleri de genişlemekte ve altından kalkılamayacak kadar ağırlaşmaktadır. Bu tarihî büyük, güzel (ve bizim için adeta kutsal şehir) derlenip toparlanma imkânını büsbütün kaybetme noktasına hızla yaklaşmaktadır.
Büyük şehirleri bu vahim tehlikeden sakınmak için bütün dünyada büyük gayretler sarfedilmekte, kontrolsüz yayılma büyük şehirler ve şehirliler için en büyük tehlike sayılmaktadır.
Birçok şeyi düşünüp konuşuyoruz. Şimdi Üçüncü Köprü vesilesiyle daha da hareketleneceğiz. Ama göreceksiniz kimse:
– Arkadaşlar, biz bir daha toparlanamayacak bir hızla zeminimizi genişleterek, şehir hizmetlerini imkânsız hale getirdiğimizin farkında mısınız, demeyecek.
Oysa Boğaz'da her yeni köprü, şehri gereksiz yere büyütüp yaygınlaştırmanın en etkili yoludur. Bunu söylemek istedim.
Hakkı Devrim / Radikal