Binalara bakarak ülkenin dönüşümünü görebilirsiniz!
'Küçük Şeyler' filminin yönetmeni Kıvanç Sezer, yeni filmi ile ilgili verdiği bir röportajda, “Binalar şehrin yüzüdür. Dolayısıyla binaların çarpıklığı ve uzunluğu size çok şey anlatır. Binalara bakarak bu ülkenin dönüşümünü görebilirsiniz.” şeklinde konuştu...
Kıvanç Sezer’in vizyona giren yeni filmi “Küçük Şeyler”de, maddi kaygılar nedeniyle hayatlarında yeni bir döneme giren Onur ve Bahar çiftinin hikayesi anlatılıyor. Kıvanç Sezer, yeni filmi ile ilgili bir röportaj verdi.
Evrensel Gazetesi’nden İsmail Afacan’ın Kıvanç Sezer ile gerçekleştirdiği röportaj şu şekilde:
Filmin Yönetmeni Kıvanç Sezer’le Küçük Şeyler’i konuştuk. Masa başında açmazlarıyla boğuşan beyaz yakalıları, metropollerin bitki örtüsüne dönüşen apartmanları ve iş hayatının yarattığı zihinsel tahribatı konuştuk. Sezer, “Binalar şehrin yüzüdür. Dolayısıyla binaların çarpıklığı ve uzunluğu size çok şey anlatır. Binalara bakarak bu ülkenin dönüşümünü görebilirsiniz.” diyor.
-İlk filminiz “Babamın Kanatları”ydı. Filmde bir inşaat işçisinin hikayesi anlatılıyordu. Küçük Şeyler’de ise o işçinin var ettiği apartmanlarda oturan bir beyaz yakalının hikayesine tanık oluyoruz. Kent anlatınız ikinci filmde de devam ediyor. Neler söylemek istersiniz?
Babamın Kanatları’yla beraber bir üçleme yapma fikri ortaya çıkmıştı. İlk filmde işçileri, ikincide orta sınıfı, üçüncüde müteahhidi anlatmanın planını yapmıştım. Çünkü bugünkü İstanbul’a baktığımızda birçok uydu kentler görürsünüz. Bitki örtüsü beton olan... Ben burada farklı sınıflardan insanları birbirine bağlayan bir siteyi merkeze aldım. Böylece inşaat sektörünün insan hayatı üzerindeki etkisini anlatmaya çalışıyorum.
Hem bir yönetmen olarak hem de kentte yaşayan biri olarak apartmanlar sizin için ne anlam ifade ediyor?
-Filmlerinize nasıl bir etkisi oluyor?
Ben Ankara’da doğdum. Malatya, Manisa ve İzmir’de yaşadım. Şu an İstanbul’da oturuyorum. Doğduğumdan beri apartmanlarda yaşadım. Hiç köy hayatım olmadı. Fakat İstanbul’a gelene kadar apartman dediğimiz şeyin neredeyse kanser diye tabir edeceğimiz halini görmemiştim. Binalar bir şehrin yüzüdür. Dolayısıyla binaların çarpıklığı ve uzunluğu size çok şey anlatır. Binalara bakarak bu ülkenin dönüşümünü görebilirsiniz. O yüzden binalar ilgimi çok çekiyor.
-İki filmde de bireyin psikolojisine odaklanıyorsunuz. Babamın Kanatları’nda Menderes Samancılar’ın canlandırdığı karakterde bir işçinin psikolojini çok yoğun bir şekilde hissediyorduk. Şimdi de kent atmosferi ve çalışma koşullarının beyaz yakalılarda yarattığı ruhsal tahribata tanık oluyoruz. Kent anlatısında psikolojiye odaklanmanızın nedenlerini öğrenebilir miyiz?
Evet, doğru. Çünkü yaşadığımız kent atmosferi psikolojiyi çok etkiliyor. İçimizdeki mutsuzluk belki sözlerimize o kadar yansımıyor ama daha çok duygularımızda hissediliyor. Bu buhranı, sıkıntıları ve hastalıkları görselleştirip sinema diliyle yansıtıyorum. Küçük Şeyler’de Babamın Kanatları’ndan farklı olarak yer yer absürtlükler kullandım. Biraz halüsinasyonlar devreye giriyor yeni filmde.
Alican Yücesoy’un canlandırdığı karakter ilaç firmasında çalışıyor ama kendisi de antidepresan kullanıyor. Bir anda ilaç kutusunun içinden çıkabiliyor...
Toplumun büyük bir kesimi antidepresan kullanıyor. İnsanlar ciddi bir güvencesizlik içinde yaşıyor. Bunlar psikolojiyi yıprattığı için soluğu terapistlerde alıyoruz. Filmde yer yer anlatılan senin hikayendir denebilecek noktaları göstermeye çalışıyorum. Burada halüsinasyonlar devreye giriyor. İşte bizim karakter trajikomik... Antidepresan ilaç kutusunun içinden birden çıkabiliyor.
-Filmdeki absürtlüğü destekleyen zebra metaforu var. Bu kare afişte de yer alıyor. Zebraya dair nasıl tepkiler aldınız?
Zebrayla ilgili vermek istediğim mesajı söylemeyeyim. Yani orada benim için önemli olan şey maskeler. Zebranın dışında aslında görünen ve görünmeyen birçok maske var. Zebra onlardan sadece bir tanesi. Halüsinasyonun uç noktası olduğu için biraz tuhaf... Onun imgesindeki çağrışımları önemsiyorum. Zebranın seyircide bir çağrışım bırakmasını isterim.
-Kent yaşamı ve kentli bireyin psikolojisi beyaz perdeye yansımaya başladı. Bu filmlerdeki kentli bireyler politikadan uzak, plazalardan bunalan, metropolden kaçmaya çalışan, ev sahibi olmak isteyen insanlar işleniyor. Neler söylemek istersiniz?
Yani bir tercih... Hikayenin içinde politik olan bir şey varsa onu kullanırız ama toplumun çoğunluğunun öyle olmadığını biliyoruz. O çoğunluğu anlattığımız zaman politik yaklaşımı olan karakterler filmde yer almıyor. O yüzden bizim hikayede de yok. Bir de İstanbul’daki yaşam nasıl diye düşündüğümüzde insanlar işine gidiyor, işinden çıkıp evine gidiyor. Biri çocuğunun okulu derdinde, diğeri ev almış kredisinin derdinde... Aslında ciddi bir ekonomik dar boğazda fakat bunu yöneltebileceği bir mecra yok. Politik alanın boşluğu filmde kendini gösteriyor.
-Sevgisizlik hissi kent dokulu filmlerde sıklıkla işleniyor. İnsanların sevgisizleşmesinde ana etken kent yaşamı mı?..
Tabii ki değil. Bizler kendimizle doğrudan ilişki mi kuruyoruz yoksa dolaylı mı? İlişki kurarken maskelerle kullanıyor muyuz? Burada asıl mesele bizlerin nasıl insanlara dönüştüğü. Kent hayatı tabii ki belirleyici değil ama sonuçta maddi gerçeklik ilişkileri etkiliyor. Aşk maddi gerçekliğin çok ötesinde ama bazı gerçekliklere çarptığında sorunlar olabiliyor. Her şeyin parayla ölçüldüğü bir dönemde buna şahit olmadan kendinizi tam olarak geliştiremiyoruz. Herkes el yordamıyla kendi kişiliklerini ortaya koymaya çalışıyor. Oralardan böyle hikayeler çıkıyor ve filme yansıyor.
-Film birçok festivalden ödüllerle döndü. Nasıl tepkiler aldınız?
Seyirciler daha çok filmdeki beyaz yaka yaşantısıyla kendi hayatlarındaki benzerliklerden bahsediyorlar. İş yaşantısı, karı koca ilişkileri, cinsiyet rolleri ve ev içi olaylara dair.