22 / 11 / 2024
fuzul

Kentsel dönüşümde neyi yanlış yapıyoruz?

Kentsel dönüşümde neyi yanlış yapıyoruz?

İstanbul’da deprem kapımızı geçtiğimiz günlerde çaldı. Bu afete hala hazır olmadığımız da ortaya çıktı. Mimar Sinan Genim kentsel dönüşümün doğru şekilde yapılmadığını söylüyor. Genim’e göre biz sadece binaları yeniliyoruz.




Mimar Sinan Genim geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınları'ndan çıkan İstanbul Yazıları isimli kitabıyla bu kent üzerine yazdıklarını bir araya getirdi. Yeni Şafak gazetesi yazarı Merve Akbaş, Genim’le bir araya gelip İstanbul üzerine konuştu. İşte Akbaş'ın o yazısı...

Geçtiğimiz hafta yaşanan depremin ardından kentsel dönüşümün yeniden aklımıza geldiğini hatırlattığımız Mimar Sinan Genim, “Kentsel dönüşüm fikir olarak harika. Ama bunu yanlış yorumladık ve maalesef yapı yenilemeye dönüştürdük. Yeni bir imar kanunu, yönetmeliği ve planlama anlayışını yerleştirmemiz gerekiyor” diyor.


Kentsel dönüşümde neyi yanlış yapıyoruz?


Sinan Genim


Geçtiğimiz günlerde küçük sayılmayacak depremler yaşadık. Özellikle perşembe günü yaşanan deprem İstanbul’u bir hayli korkuttu. Tabii bu durum aklımıza yapılarımızı ve kentsel dönüşümü getiriyor. Biz kentsel dönüşümü doğru anlayabildik mi?

Kentsel dönüşüm meselesini etraflıca ele almaya çalışırsak; TOKİ, KİPTAŞ ve Emlak Konut’un çalışmalarıyla bugün Türkiye’de gecekondu sorununun çözüldüğünü söyleyebiliriz. Yani insanlar devlet arazisine inşaat yapmaktan daha az bir çaba ve bedelle üstelik risk almadan ev sahibi olabiliyorlar. Kentsel dönüşüm de gerçekten yapılması gereken bir iştir. Ama, bazı bölgelerde özellikle de Kadıköy bölgesinde parsel bazında bina yenilemek kentsel dönüşüm değildir, kendimizi kandırmayalım.

Deprem konusuna gelince, bu coğrafyada yüzyıllardır deprem bir gerçek, önemli olan bunun farkında olup tedbir almaktır. Ancak çoğu kere belirttiğim gibi biz olaylar büyüyüp içinden çıkılmaz hale geldiğinde teşhis edebiliyoruz. Bu işte bir yanlışlık var, bugün İstanbul’da yaşayanlar bu yapıları boş bulup yerleşmediler, bugün içinde korkarak yaşadıkları yapıları kendileri yaptılar. Şimdi, çoğunluğu kaçak yapılan, kendi yaptıkları yapılardan şikâyet ediyorlar. Bunca düzenlemeye rağmen hâla bir araya gelip, yapı adası bazında yeni bir anlayışla yaşadıkları çevreyi düzenli hale getirmemekte direniyorlar, herkes kendini kurtarmak peşinde, toplu yaşamı benimsemekte sıkıntımız var. Özellikle deprem korkusu yaşayanlar, binalarının kamu tarafından yeniden yapılmasını talep eder haldeler. Nasıl olacak bu iş, kamunun her tür kaynağını yapı yenilemeye tahsis etsek de bu işin altından kalkamayız. Üstelik çoğu kişinin güvenlik, eğitim, sağlık, ulaşım için ödediği vergilerle bazı kişilerin yapılarını yapmak ne derece doğru.


Deprem korkusu içinde yaşayan insanları bekleyen sorunlar büyük, bu işin çözümü için yeni çözümler geliştirmek, toplumsal fedakarlığın yanı sıra, kişisel beklentilerinde azalması ve katkısı gerekiyor.

OTOPARK BÜYÜK SORUN


Yanlış bu noktada mı? Biz yenileme mi yapıyoruz?

Kentsel dönüşüm fikir olarak harika. Ama bunu yanlış yorumladık ve maalesef yapı yenilemeye dönüştürdük. Yeni bir imar kanunu, yönetmeliği ve planlama anlayışını yerleştirmemiz gerekiyor. Bütün bunları yenilemeden attığımız her adım sıkıntı oluşturmaya devam edecek. Sistemi yeniden kurgulamadan, var olana ilaveler yaparak ilerleyemeyiz. Bu yamalar ne kadar sağlıklı bir plan ortaya çıkarabilir ki? Nişantaşı’nın arka sokaklarında araçla ilerleyemiyorsunuz. Kentsel dönüşümle yenilenen bu eski teneke mahallesinde araçlar için park alanı ayrılmamış. Binaların alt katlarına otopark da yapılmamış. Bu binaların çoğu yenileniyor, ancak kent yapısında yeni sorunlar yaratarak. Dünyanın pek çok şehrine nazaran, İstanbul’daki taşıt sayısı az, ancak çok büyük ve uzun zamandır görmezden geldiğimiz bir otopark sorunu var. Zaten çoğu yolarımız dar ve yetersiz, bir de bu sokaklara araba park edilince kullanılamaz hale geliyor, acilen parsel bazı yapı uygulamalarına son verip, bodrum katları otopark olarak kullanılan ada bazı düzenlemeler yapmak gerekiyor.

Yani bu yapılar depreme dayanıklılar ama şehrin ritmini bozmaya devam ediyorlar...

Depreme dayanıklı oldukları da şüpheli. Hazır beton kullanmakla ne kadar dayanıklı hale getirilebilir? Üç gün sonra alt kattaki dükkanın kolonları kesilecekse, bu bina depreme dayanıklı olabilir mi? Yeni bir imar planlaması yapmadan ilerlendiğinde karşımıza çıkan sonuç hep hüsran oluyor.


ŞEHRİN FARKINA VARAMIYORUZ


Sizce İstanbul’da yaşayanlar bu kentin farkında mı?

Macar asıllı mimar Karoly Kos “İstanbul bir şehirdir, herhangi bir şehir değil” diyor. Dünyada pek çok şehir var. Bunların birçoğu herhangi bir şehir olarak değerlendirilebilir. Bugün İstanbul’da Sultangazi’de veya Sultanbeyli’de olduğunuzda hangi şehirde olduğunuzun bir önemi yoktur. İstanbul’dur orası ama Erzurum’da bir mahalle de olabilir. İstanbul dediğimiz yer Suriçi’dir. Beyoğlu, Eyüp ve Üsküdar farklı yerleşim alanlarıdır. Diğer ilçeler, semtler İstanbul’da değil İstanbul ilindedir. İstanbul’da yaşamak farklıdır. Bu merakla da ilgilidir. Bizde bir tembellik var. Şehrin farkına varamıyoruz.

Bu farkında olmama durumu bize ne kaybettiriyor?

İstanbul’a da kaybettiriyor, kişiye de kaybettiriyor. Çünkü bu insanlar İstanbul’da yaşadıklarını fark etmediklerinde buraya herhangi bir şehir gibi davranıp bir sürü gökdelen inşa ediyorlar. Tüm bunlar görüntüyü bozduktan sonra da ortada bir sorun olduğunu fark ediliyor.

GÖKDELENİ NEREYE DİKTİĞİN ÖNEMLİ


Gökdelen yapılmamalı mı bu kente?

Yapılacak tabii ama Beyoğlu’nun üstüne değil. Şehrin uzak çevresinde, geniş yollar, parklar, sosyal donatı alanları oluşturularak yapılacak. Paris’te, Montparnasse’deki gökdeleni yaptıktan sonra ibret-i alem olsun diye yıkmadılar. Ama bir daha Paris’in içinde yeni bir gökdelen yapmak kimsenin aklına gelmedi. Machiavelli diyor ki, “bir toplumda sorunlar ortaya çıktıktan sonra teşhis etmek bir başarı değildir. Bütün mesele bu işin başında sorunları görüp, çözüm yollarını bulmaktır.” Bir yöneticinin farkına varmadığı bir şehri yönetmesi ne kadar mümkün? Bunun için İstanbul’a müdahale ederken önce şehrin farkında olmak, onu tanımak gerekiyor.

İSTANBULLULAR DERNEĞİ KURALIM


Meslekte 50. yılınızı doldurdunuz. Geniş ölçekli baktığınız zaman şu 50 yıl içinde İstanbul algısı üzerine neler değişti?

Öncelikle İstanbullu sayısı azaldı. Şehir, çok farklı bölgelerden göç aldı. İstanbul’a yerleşen insanlar artık İstanbullu olmalılar. İstanbul’da çoğu kişi şuur altında ‘burada olmazsa geri dönerim’ gibi bir anlayışla yaşıyor. Bu nedenle de insanlar kendi yerleşimlerinde göstermedikleri davranışları burada gösteriyorlar. İstanbulluluğu pekiştirmemiz lazım. Ben bir süre önce Cumhurbaşkanımız’a da İstanbullular Derneği kurmak istediğimi iletmiştim. Bana, “İstanbullu bulabilecek misin?” demişti. Ben de ‘arayacağız’ dedim. Hepimizin ailesinde Rumelili, Karadenizli, Giritli, Anadolulu insanlar var. Bu şehrin bin yıllardır bir imparatorluk şehri olduğunu unuttuk. Böyle bir şehirde yaşayan insanlar o şehre ait olmakla iftihar ederler, kimliklerinin başka şehirlere ait olduğunu söyleyerek öğünmezler. Artık çoğunluğun İstanbullu olmayı öğrenmesi gerekiyor.

Şehrin kültüründeki bu kırılma ne zaman yaşandı?

Önemli bir kırılma gayrimüslimlerin gönderilmesiyle başladı. Benim çocukluğumda Kuzguncuk’ta cuma, cumartesi ve pazar günü herkes bayramlıklarıyla dolaşırdı. Herkes kendi dininin mübarek gününde özel ve temiz giyinmeye çalışırdı. Bir rekabet ortamı olurdu.

Bu rekabet İstanbul kültürünün bir parçasıydı yani...

Bu rekabet insani ilişkilerini de geliştiriyordu. Vapura binmeden önce gazeteciden gazetenizi alırken, “günaydın” demeniz gerekirdi. Şimdi bu tür ilişkiler kalmadı, ferdiyetçi yaşıyoruz. Mahalle kültürümüzü de bu nedenle kaybettik. Bize çocukken sadece mahallenin imamı sahip çıkmazdı, papaz da haham da gözünün ucuyla bize bakar, kontrol ederdi.

Bir arada yaşamaya mahkumuz


Değişen ne oldu?


Kendi içimizdeki ilişkilerimizle, ahlaki kabullerimizle ve bir arada yaşama kültürüyle yapamadığımız şeyleri kanun bana bu imkânı veriyor diye artık yapıyoruz. Eskiden komşumuzun güneşi kesecek biçimde bina yapmazdık. Şimdi yapıyorlar. Aynı şeyi kendi köyünde yapamaz. Çünkü yaparsa herkes onunla selamı sabahı keser, o bölgede yaşayamaz hale gelir. Ama burada yapıyor. İstanbul’da binalar 1957’ye kadar imar kanunu olmadığı için belediye izniyle yapılırdı. Ama her şeyden önce komşuluk münasebetleri gözetilirdi. İki katlı binanın önüne beş katlı bir bina yaparak, onun güneşini, rüzgarını, manzarasını kapatamazdın. Yaparsan o mahallede yaşama şansın kalmazdı, sana selam veren olmazdı. Ama sonra kanun çıktı. Şimdi “Beş kat çıkma iznim var” diyor ve o binayı yapıyor. Burada hepimiz birlikte yaşıyoruz dediğimizde de ciddiye almıyor. İstanbul insan ilişkilerini, mahalleyi, bir arada yaşama kültürünü kaybetti. Bizim insan ilişkilerini öğrenmemiz lazım. Birbirimize günaydın demeyi, gülümsemeyi hatırlamamız lazım. Çünkü bir arada yaşamaya mahkumuz. Bu yaşamı kabusa çevirmekte, bir cennet bahçesi yapmakta bizim elimizde. Boğaz hattını hatırlayalım Kaybeden İstanbul. Ancak herkes İstanbul’dan şikayetçi. Örneğin trafikten yakınıyoruz. Buna hakkımız var mı? Hayır buna hakkımız yok. Şikâyet etmek çok kolay. Kenti tanımıyor, imkanlarını da kullanmıyoruz. Mesela şehrin iki kıtası arasında deniz bağlantısı neredeyse yok. Günde iki-üç sefer çalışan Boğaz hattı bize yetmiyor. Benim gençliğimde Çengelköy’den karşıya günde 57 sefer vardı. Şimdi yok. Küçük bir vapur devamlı Boğaz’da gezer ve yolcu taşırdı. Bunu yeniden yapmak gerekiyor. Trafiği de rahatlatacak bir adım olur. İnsanlar bunu unuttular, alışkın da değiller. Ama bu iskelelere büyük otoparklar yapılarak, vapuru kullanandan daha az otopark ücreti alarak veya benzeri uygulamalarla deniz ulaşımı teşvik edilebilir.
Yani şehri şikâyet etmek yerine, tanımamız gerekiyor. Herkes şikâyetçi ama herkes de bu şehirden nasipleniyor. Bu şehirde para kazanıyor. Şikâyet etmek moda olmuş. Tarım toplumu insanı zen-ginliğini söylemez. Ağlama kültürü hakimdir.
 

Kentsel dönüşüm için nereye başvurulur?


Geri Dön