Deprem için tek önlem: Doğru yapılar yapmak!
Ülkemizde yapı stokunun büyük bölümü yenilenen “Deprem Yönetmeliği”nden önce oluşmuştur ve bazı bölgelerle bazı yapılar büyük risk taşıyor. Depreme karşı tek çare ise, doğru yapılar yapmaktan geçiyor...
Ülkemizde yapı stokunun büyük bölümü yenilenen “Deprem Yönetmeliği”nden önce oluşmuştur ve bazı bölgelerle bazı yapılar büyük risk taşıyor. Depreme karşı tek çare ise, doğru yapılar yapmaktan geçiyor...
Milliyet Gazetesi köşe yazarı Sinan Genim, bugünkü köşesinde İzmir depremini ve ülkemizin deprem gerçekğini kaleme aldı.
İşte Sinan Genim'in 'Tek çare, doğru yapılar yapmak' başlıklı yazısı...
Ülkemizde yapı stokunun büyük bölümü yenilenen “Deprem Yönetmeliği”nden önce oluşmuştur ve bazı bölgelerle bazı yapılar büyük risk taşımaktadır. İster yönetmelik hükmü olsun isterse olmasın zemin kalitesinin tespit edilmesi yapımcıya düşen ve ihmal edilmesi mümkün olmayan bir kuraldır. 500 yıl geçmesine rağmen Süleymaniye Camii’nin depremlerden zarar görmemesinden, “zemin iyileştirmesi”nin ne kadar doğru olduğu anlaşılmaktadır. Anlaşılan o ki insan daha büyük açıklıklı kubbe yapmakla değil, yaptığı işe saygı göstererek Mimar Sinan olabiliyor
Son günlerde yine depremle yatar kalkar olduk, özellikle görsel medya İzmir’de deprem sonucu yıkılan binalardan kesintisiz canlı yayın yapmakta. Bilir bilmez çoğu kişi aklına ne gelirse kendine uzatılan mikrofona konuşmayı hüner sanıyor. Bu yayınları izleyen çoğu insanın ruh sağlığı bozuldu. Allah’tan bu gibi konulara dirençli bir toplumuz ve derin bir hafızamız yok, kısa süre sonra bunu da unutup, ikinci bir depreme kadar kulağımızın üstüne yatmaya devam ediyoruz. Türkiye coğrafyası binlerce yıldır depremlere maruz bir alandır. Geçmişte yapılan pek çok yapının savaşlardan çok zaman zaman meydana gelen tahrip edici depremler sonucu yok olduğu bilinmektedir. Ülkemizde sayıları binlere ulaşan ören yerlerinde nerede ise ayakta kalmış yapı görülememesinin temel nedeninin depremler olduğunun kimse farkında değil.
Enerjinin ölçüsü
Bütün konuşmalara, sözde kamuyu bilgilendirme çabalarına karşın hâlâ anlamakta zorluk çektiğimiz bir husus depremin şiddeti ile büyüklüğünün farklı olduğudur. Son günlerde gerek televizyonlarda gerekse sosyal medyada tartışılan depremin büyüklüğünün 6.6 mı, 7.2 mi olduğu konusudur. Bu sayılar depremin büyüklüğünü gösterir. Bir depremin büyüklüğü, deprem sırasında ortaya çıkan enerjinin ölçüsü olarak tanımlanır. Deprem sonrası ortaya çıkan enerjinin doğrudan doğruya ölçülmesine olanak olmadığı için Prof. C. Richter tarafından 1930’lu yıllarda bulunan bir yöntemle depremlerin aletsel ölçüsü olan “Magnitüd” tanımlanmıştır. Aletsel ve gözlemsel magnitüd değerleri olmak üzere iki gruba ayrılan bu hesaplama yöntemi aletlerin bulunduğu alan ve kalibrasyonlarına bağlı olarak bazı farklılıklar taşımaktadır. Eskiden deprem büyüklükleri açıklanırken “Richter ölçeğine göre” diye bir açıklama yapılırdı, sanırım bu açıklama deprem büyüklüğünün farklı açıklamalar karşısında, hangi bilimsel esaslara göre tespit edildiğinin bilinmesi açısından yapılmaktaydı. Richter ölçeğine göre 9 şiddetindeki bir depremin büyüklüğü 6.6 ile 7.3 arasında değişebilir.
Mesafenin etkisi
Depremin şiddeti ile büyüklüğü arasında farklılıklar olabilir. Depremin büyüklüğünün değişmemesine karşın, şiddeti bölgesel olarak değişebilir. Eğer 7 büyüklüğünde bir deprem olursa, bölgenin her yerinde aynı büyüklükte oluşur. Buna karşın depremin şiddeti gerek depremin oluştuğu bölge gerekse deprem dalgalarının ulaştığı noktalarda farklı olarak hissedilir. Yeryüzünün 10 kilometre altında oluşan bir deprem ile 30 kilometre altında oluşan bir deprem, şok dalgalarının kat ettiği mesafe yönünden farklı olur ve farklı şiddetle hissedilir. Depremin oluştuğu merkez bölgesinde çok şiddetli olan deprem, merkezden uzaklaştıkça daha az şiddetle hissedilir. Deprem şiddetini artıran önemli bir faktör de bulunduğumuz alanın jeolojik yapısıdır. Gevşek, zaman içinde alüvyonların oluşturduğu dolgu bir zeminde daha şiddetli hisedilen deprem dalgaları, sert, kayalık zeminlerde daha az hissedilir veya şiddetleri yumuşak zeminlerde olduğu kadar zarar verici olmaz. Örneğin son “İzmir Depremi”nde İzmir’in merkez üsse daha yakın olan bölümlerinde büyük yıkımlar bulunmamasına karşın, merkez üsse göre daha uzak olan Bayraklı semtinde büyük yıkımlar ve can kayıpları meydana gelmiştir.
999 depreminden sonra yeniden düzenlenen, o günden günümüze kadar üzerinde çeşitli kereler revizyon yapılan “Deprem Yönetmeliği”nin getirdiği en büyük yenilik, yapı ruhsatı öncesi zemin etüdü yapılarak, zemin kalitesinin belirlenmesi mecburiyetidir. Ancak alınan tüm tedbirlere rağmen ülkemiz yapı stoğunun büyük bir bölümü bu önlemlerden önce oluşmuştur ve bazı bölgeler ile bazı yapılar büyük risk taşımaktadır. Yapı kültürü konusunda binlerce yılda oluşan kurallar içinde, ister yönetmelik hükmü olsun isterse olmasın zemin kalitesinin tespiti yapımcıya düşen ve bu tespit ihmal edilmesi mümkün olmayan bir kuraldır. Bir şehir efsanesi olarak Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii’nin yapımı sırasında zemin iyileştirmesi için zaman harcamasının padişah tarafından hoş karşılanmadığı, oyalanma, lüzumsuz masrafa yol açma olarak kabul edildiği nakledilir. Ancak yapımının üzerinden beş yüz yıla yakın bir süre geçmesine rağmen Süleymaniye Camii’nin depremlerden zarar görmemesinde alınan bu tedbirin ne kadar doğru olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten mesleğine, yaptığı işe saygı duyan insanlar yaptıkları yapının zemini hakkında bilgi sahibi olmak ve gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler. Anlaşılan insan daha büyük açıklıklı kubbe yapmakla değil, mesleğine ve yaptığı işe saygı duyarak Mimar Sinan olabiliyor.
İzmir’de Seferihisar açıklarında 30 Ekim’de meydana gelen 6.6 büyüklüğündeki depremde 114 kişi hayatını kaybetti, 1035 kişi yaralandı.
‘Malzemeyi doğru kullanmayan suçludur’
Şu sıralar büyük bir bölümü akademisyen olan bazı kişilerin, geleneksel yapı malzemeleriyle yapılan yapıların depremden daha az zarar gördüğünü, bu nedenle geleneksel yapı malzemeleri olan taş, tuğla, kerpiç ve ahşap gibi malzemelerin kullanımının teşvik edilmesini önerdiklerini üzülerek görmekteyim. Önemli olan malzeme değildir. Zaman zaman, bu konuda bir örnek veririm. Yazı yazmasını bilmeyen bir insan ister kurşun kalem ister dolmakalem, isterse tükenmez kalemle olsun yazı yazamaz. Bir yapının malzemesi de buna benzer, yapı yapmasını, bağlama ve birleştirme tekniklerini bilmeyen, bu konuda yeteri kadar beceri sahibi olmayan bir kişi hangi malzemeyi kullanırsa kullansın sonuç hayal kırıklığı olacaktır. Suç malzemede değil, onu doğru kullanmayı bilmeyen insandadır. Unutmayalım ki yeteri kadar bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın ve önerilerde bulunmanın maliyetini ülkemiz çok büyük bedellerle ödemektedir.
Herkes görevinin gereğini yapmalı
Bu coğrafyada yaşayan herkes bilmelidir ki, deprem kaçınılmaz bir doğa olayıdır. Şimdiki bilgilerimizle nerede, ne zaman, hangi büyüklükte deprem olacağını tespit etmek mümkün değil. Bunun için alınacak tek tedbir doğru dürüst yapı yapmaktır. Devletin yapı yapmanın usul ve esaslarını belirtmesi, sağlam ve depreme dayanıklı yapı yapmak için yeterli değildir. Yapı sektöründe yer alan finansörden en alt düzeyde görev yapan ameleye kadar herkesin sorumluluğunun ve yaptığı işin öneminin farkına varması gerekir. Bunun için de yaygın bir uygulama eğitimi şarttır, her önüne gelenin yapı imalatında çalışmasının sonuçları çok acı oluyor.
Toprak altında 1/5 zorunluluğu
Daha ortaokul seviyesinde öğrencilere ışığın farklı maddelerden geçerken kırıldığı öğretilir. Deprem dalgaları da farklı zeminler arasından geçerken kırılır, deprem şiddetini artırır ve üzerinde bulunan yapılara zarar verebilir. Teknik olarak, iki veya bilemediniz üç katı geçen yapıların en az bir katlarının, daha doğrusu yapı yüksekliğinin 1/5’inin toprak altında yapılması zorunluluğu vardır. Çok katlı bir yapının yalnızca zemin iyileştirilmesi (ıslahı) yapılarak inşa edilmesi, sonuçta da görüldüğü gibi kabul edilebilir bir yöntem değildir. Son İzmir Depremi’nde zarar gören yapıların 1999 öncesi ruhsat aldığı ifade edilmekte. 1999 öncesi yapılan yapılarda ortaya çıkan bu sorunu yalnızca yönetmelik hükümlerine bağlamak yanlış bir kanaat oluşmasına yol açmakta. 1999 öncesi yapılmış veya 1999 öncesi ruhsat alarak 2000’li yıllarda tamamlanmış her yapının risk taşıdığını ve yenilenmesi gerektiğini söylemek toplumda büyük bir karmaşaya yol açacaktır. Bu topraklarda yüzyıllardır var olan ve varlığını devam ettiren çok sayıda yapı var, bunların bazıları zaman içinde ortaya çıkan yorulmalar nedeniyle kısmen zarar görse de, çoğunluğunda can kaybına neden olacak bir yıkım ortaya çıkmamaktadır. Yalnızca yönetmelik hükümleriyle düzenli yapı yapmak mümkün değildir. Yapım işiyle uğraşan herkes yaptığı işin sorumluğunun farkında olmalı, yaptığı işe saygı duymalıdır. Günümüzde bir yapının taşıyıcı sistemini oluşturan karkasın hazır beton, nervürlü çelik ile yapılması işçilik hatalarının oluşturduğu olumsuzlukları azaltmaz. Betonun üretim merkezinden şantiyeye getirilme süreci, içindeki suyun miktarı, döküm sırasında kullanılan vibratörün olumsuz etkileri, en az eğitim gören insanların eline bırakılmış durumdadır. Öncelikle yapılması gereken, üç katı geçen inşaatların proje onayı aşamasındaki denetimin yanı sıra yaygın bir imalat kontrolunun yapılması mecburiyetidir.
İstanbul tarih boyunca meydana gelen depremlerde büyük zarar gördü.
Belediye başkanlarının insafına bırakılamaz
İnşaat sektörü çoğunlukla en az eğitim görmüş insanların yaygın olarak görev aldığı bir sektördür. Bu sektörde görev alanların teorik eğitimden çok uygulamalı eğitime ihtiyacı olduğu açıktır. Çoğu imar planlarında bodrum katının 2.20 metre yükseklik ve tek kat olarak sınırlandığını görmekteyim. Nereden çıkar bu 2.20 metre yüksekliği bilinmez, deprem kuşağında yer alan ve bilimsel olarak yapı yüksekliğinin en az 1/5’i kadar toprağa gömülü yapılması istenen binaların 2.20 metrelik bodrum kat yapımı ile kısıtlanması yönetmeliklerin birbiri ile uyumsuzluğunu göstermektedir. Cumhuriyetimiz’in kuruluşundan 90 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra nihayet ülkemizin kadastrosu tamamlandı. Ancak hâlâ toprak kullanım kararları bir bütün halinde tespit edilmiş değildir. En kısa süre içinde ülke sathında toprak kullanım kararlarını belirlememiz ve açıklamamız gerekiyor. Şehirlerimiz nereye doğru gelişecek, nerede yapı yapılacak, nerede yaklaşık kaç kat yapı yapmak mümkün? Bu konuların açık ve net olarak bilinmesi olmazsa olmaz bir şarttır. Ülkenin yapılaşma alanlarının gelişimi belediye başkanları veya belediye meclis üyelerinin insafına bırakılacak kadar basit bir konu değildir.
Boğaziçi problemi
Bu arada sık sık depremden zarar görecek olan yapılarınızı yenileyin çağrılarına karşı Boğaziçi gibi özel alanlarda uygulanan kanun hükümleri sonucu yapısını yenilemek isteyenlere izin verilmemekte ve bu durum ciddi sıkıntılara ve psikolojik sorunlara neden olmaktadır. Bu alanda yaşayan insanlar aradan geçen 37 yılda eskiyen binalarını yenilemek mecburiyetindedirler. Boğaziçi yalnızca kıyı boyu sıralanan yalılardan oluşmuyor, vadi tabanlarında derme çatma yapılarda yaşayan çok sayıda insan var. Yapınızı yenileyin söylemlerinden vazgeçmeyeceğimize göre bu sorunlara çözüm üretmek için çalışmak gerekiyor. Bu bölgede yaşayan insanların büyük çoğunluğu kendini tehdit altında hissediyor. Kimsenin kimseye nostaljik beklentilerle eziyet etmeye veya korku içinde yaşamalarını istemeye hakkı olmadığını düşünmekteyim.
İstanbul’daki riskli binaların yenilenmesi için 39 yıl gerekiyor!